Eğer Bunlar İnsansa...

Adını şimdi kimselerin hatırlamadığı Ertürk Yöndem ile Güntaç Aktan'ın millî hakikât rejimimizin en grotesk örneklerinden olan milliyetçi dokü-dramalarında değişmez bir görüntü vardı: Kundağında kurşunlanmış, gözleri açık gitmiş kanlar içindeki bebek...

Ne işe yarardı bu görüntü ve nasıl bir halet-i ruhiyenin ürünü olarak dolaşıma sokulurdu? Galiba bu görüntü milliyetçi ikonografi ve sembolizmle zenginleştirilmiş Türklük telâkkisinin, her daim ulusalcı-milliyetçi ve ekseriyetle Türklüğü galebe çalmış bir muhafazakârlığın, yani o harc-ı alem “bildung”umuzun bir çıktısıydı. Dolayısıyla bu bakımdan kimse o sırada meşhur iç ve dış mihraklardan müteşekkil düşmanlar borsasında “Türk”e bir türlü rahat vermeyen düşman, işte o kundağında kurşunlanmış bebeğin görüntüsü düşmanın ne kadar aşağılık, ne kadar kalleş ve insanlıktan nasibini almamış olduğunu anlatmada kullanılırdı. Bir canavarlaştırma, bir insanlıktan çıkma efekti addedilen o bebeğin görüntüsü birazdan başlayacak milliyetçi pornografi repertuarındaki güzide episodun “teaser”ı olarak seyirciyi azdırmada ve bol bayraklı, askerli, vatanlı, hainli, kalleşli şova hazırlamada işe koşulurdu. “Kıbrıs'ta Türk çocuklarını böyle kurşunladı Rum!” derken ya da “Sünnetsiz PKK ve bebek katili Apo'yu tanıyalım!” temalı 1984'ten apartılmış gibi duran “iki dakikalık nefret ayinleri”mizde, “Asıl Türkleri kıtır kıtır kesen Ermeniler'dir!” arsızlığını yaparken çok yararlı bir imajdı kundağında kurşunlanmış, gözleri boşluğa çakılı bebeğin görüntüsü. Katharsise “ölü ele geçirilmiş”lerin yanyana dizilmiş görüntüsü, dalgalanan ay-yıldızlı bayrak, vatan, millet ve Türk Milleti'yle dolu bir belagât katık olur, düşman bizlere bu yolla iyice belletilirdi. Peki neydi bu görüntünün ve bu permortatif temsil rejiminin vermek istediği daha örtük gibi duran mesaj? Biraz açmayı deneyeyim...

Bilindiği üzere milliyetçi/ulusalcı temsil rejiminde herhangi bir biçimde “Türk”ün gaddarlık yapması söz konusu olamaz. Gittikleri her yere barış ve medeniyet götüren ve fetih yolundaki bağlardan üzüm yemişlerse parasını dallara asan atalarımızın kitabında bebek katletmek, kalleşlik etmek, aman dileyene el kaldırmak yazmaz. Dahası Türk özne yaradılanı yaradandan ötürü seven olarak ululanır. Mesaj açıktır: Türk kötü olmaz, olamaz ve kötülük ancak dışardan, başkasından gelir! Ortalama bir milliyetçi-muhafazakârla konuştuğunuzda ya da herhangi bir ulusalcı/milliyetçi metni açtığınızda bu türden bir anlatı ile karşılaşmanız kaçınılmazdır. Milliyetçiliğin Türklük tasavvurunun gerçeklikle alâkasız, tarihi tecrübeyi çarpıtan bir ideolojik kurgu olduğunu milliyetçi/ulusalcı anlatılara itibar etmeyen herkes bilir esasında. Ancak milliyetçiliğin yukarıdaki tasavvurunu benimseyenlerin, görev celbine koşa koşa gidenlerin açıklaması gereken bir şeyler var. Maraş Katliamı sırasındaki tarifi zor gaddarlık örnekleri ve 19 Aralık 2010 tarihinde Maraş Katliamı'nı anmaya gidenlere yapılmak istenenler gibi mesela. Eh ne de olsa milliyetçi/ulusalcı temsil rejiminin kült görüntüsü kundağında kurşunlanmış kanlar içindeki bebek görüntüsündekinden çok daha vahşicesi Maraş'ta gerçekleşti...

Peki 19 Aralık 2010 günü ne oldu Maraş'ta? Milliyetçi-muhafazakâr matbuatın “Maraş Olayları” diye takdim etmeyi seçtiği ve bu mantıkla gidilecek olursa “Auschwitz Olayları”, “Sobibor Tatsızlığı”, “Serebrenitsa Gerilimi”, “Ruanda Kargaşası” (haklarını yemeyelim ulusalcıların “Dersim İsyanı” ile “Emperyalizmin Sözde Ermeni Soykırımı Yalanı” da fena değildir!) ile aynı milliyetçi “yenikonuş”un kurbanı olan Maraş Katliamı'nı hatırlamak için toplandı insanlar. 32 yıl önce gerçekleşen katliamda (Maraş Olayları değil, Maraş Katliamı!) kaybettikleri insanları anmak için, katledilenlerin mezarları bulunsun, bu acı unutulmasın, yüzleşilsin ve konuşulsun ki bir daha tekrarlamasın diye bir araya geldi insanlar. O gün Maraş'ta yasaların kendilerine tanıdığı ve güvenlik güçlerinin korumakla görevli olduğu toplanma haklarını kullanmak istediler yani. Amaçlarının öc almak olmadığını, kin değil yas tuttuklarını defalarca söyledikleri hâlde bebek katletmemiş, aman dileyene el kaldırmamış, yaradılanı yaradandan ötürü sevdiğini gerine gerine anlatanlarca linç edilmek istendiler. Görüntülerde linçci güruh bozkurt işareti yapıp tekbir getiriyor, “Apo’nun piçleri, yıldıramaz bizleri!”, “Burası Maraş, buradan çıkış yok!” sloganları eşliğinde, ellerinde “düşman”ın gözüne sokulmak, selam vermeden uçan kuşun yuvası bozulmak için hazırlanmış bayraklarla 32 yıl önceki canavarlığı tekrarlamak için hazır beklediklerini cümle aleme gösteriyorlardı: Orası Maraş'tı ve oradan çıkış yoktu, orada bir tek kendileri gibilerin yaşamaya hakkı vardı, geri kalan herkes “Apo'nun piçi”ydi ve katl-i vacipti.

“Halkımız”ın vicdanıyla rabıtasını koparmış, Türklük'ü insanlığına galebe çalmış kısmının uzunca bir zamandır kötülüğü “Kürt”le ilintilendirdiğini ve Kürtlük'le itham ettiğini linç etmeye kalktığını biliyoruz. Sol, sosyalist, Alevi ya da herhangi bir muhalif görüş sokağa indiği, görünür hâle geldiği anda PKK'lığa ve Kürtlük'e irca edilip lince uğruyor. Linçci güruhlara polis ve asker “Halkımızın güzel tepkisi!” diyerek yol veriyor, yargı linçcileri yaşam hakkına tasallut, ırkçılık, gösteri ve toplanma hakkını ihlâlden yargılamak yerine linç edilenlerin peşine düşüp cezalandırıyor, siyaset esnafı halkımızın provokasyonlara gelmeyeceğini ısrarla ifade ediyor, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz o bir türlü bitmeyen günleri hatırlatarak sırt okşuyor. Maraş'ta linçcilerin “Apo'nun piçleri...” diye saldırdıklarını Türklük'ün meşhur düşmanlar indeksinde tepeye çıkmış “Kürt”le ilişkilendirip öldürmeye teşebbüs etmeleri de bu cihetten şaşırtıcı değil. Ancak insanın kanını donduran o görüntülerde daha korkunç bir detay vardı. Orta yaşlı, başı bağlı, büyük ihtimalle mütedeyyin bir kadın pencereden sarkıp bozkurt işareti yaparak slogan atıyordu. O kadın belki “Apo'nun piçleri...”, “Burası Maraş...” diye bağırıyordu, belki tekbir getiriyordu.

Bu enstantanede insanı afallatan şu: Linçci kalabalıklar erkek sürüleridir çoğunlukla. Tıpkı İzmir'de DTP konvoyunu taşlayan kız gibi o gün Maraş'ta gördüğümüz kadın da ergen ve orta yaşlı adamlarla dolu kalabalık bekleyenleri şoke eden bir detay. 32 yıl önce sırf Alevi ve solcu olduğu için katledilenlere, saldırılanlara dönük bu nefrete bir kadının ortak olması...

Ancak tekrar düşününce bunda da o kadar şaşırtıcı bir yan bulunmadığını dehşetle fark ediyor insan. Nasıl mı? 32 yıl önce olanları hatırlamak yeterli: “Karşımızda oturan ve bir gözü görmeyen 80 yaşındaki Cennet Çimen'in evine gittiler, dışarı çıkardılar. İhtiyar kadın öldürülenlerden ve yakılanlardan habersizdi. Sanıklardan C. Y. ve N. B. tornavida ile gözlerini oydular, sonra silahla öldürdüler. Yakında bulunan helanın çukuruna baş üzeri dikip üzerine at arabasını devirdiler.” Bir tanığın anlatımı bu ve hamile kadınların karınlarının yarıldığı, çocukların gözlerinin şişlendiği, kadınlara tecavüz edildikten sonra katledilip ölüsüne bir kez daha tecavüz edildiği, baltalarla insanların kafasının ikiye ayrıldığı, kadınların henüz sağken memelerinin kesildiği, Kenan Evren'in bile “Dönemin olaylarla ilgilenen paşasının raporu vardır bende, geldiği zaman da anlattı. 'Komutanım, tasavvur edemezsiniz! Yeni doğmuş, birkaç aylık çocuğu bacaklarından ayırmışlar' dedi.” şeklinde iğrenerek naklettiği bir katliamdır Maraş Katliamı. Sorumluluk kabul etmek konusunda da bir ilerleme kaydedilebildiğini söylemek güç. Örneğin Ökkeş Kenger daha geçenlerde Maraş Katliamı'nı Hrant Dink'in, Muhsin Yazıcıoğlu ise Garbis Altınoğlu'nun planladığını söyleyebildi. Eh ne de olsa bebek katleden, hamile kadınların karnını yaran, memelerini kesip tecavüz eden, yaşlıların kafasını baltayla parçalayan ancak bir Ermeni, bir Rum ya da bir Apo'nun piçi olabilir değil mi? Ya da Mümtaz'er Türköne gibi standart sağcı apolojizmine sarılıp Maraş Katliamı'nın darbeyi meşrulaştırmak için gerçekleştirdiğini söyleyip katliamın sorumluluğunu Maraş'a yıkmanın haksız olduğunu, gelecekte benzer vahşetlerin yaşanmamasının katliamın sorumlularının Maraş'ta değil Ankara'da aranmasına bağlı olduğunu ileri sürenler de oldu. Maraş Katliamı'nda şüphesiz “derin devlet”in rolü vardı ama baltayla kafa parçalayacak, meme kesip tecavüz edecek, kundaktaki bebeği bacaklarından ayıracak insanlar Maraş'a derin devlet eğitim tesislerinden getirilmedi. Nefretle dolmuş, kendileri gibi olmayanlar konusunda son derece hoşgörüsüz ve düşmanca hisler beslemeyen hiç kimse ne kadar derin devlet tertibi olursa olsun bu kadar canavarca işler yapmazdı herhalde. Türk Sağı'nın her melaneti provokatörlere, kışkırtıcılara ve derin devlete bağlama kolaycılığı katliamın kitle tabanı olanları aklamaya da her daim yardım etmiştir zaten tıpkı Sivas'taki gibi...

Oysa gerçek apaçık: Tanıkların anlatımına göre Maraş Katliamı'nın başladığı gün Bağlarbaşı camii imamı Mustafa Yıldız cuma vaazında “Oruç tutmak namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır. Bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır, çevremizde bulunan Alevileri ve CHP'li Sünni imansızları temizleyeceğiz.” diyordu ve Maraş halkının hatırı sayılır bir kısmı hiç tereddütsüz “av”a çıkabildi. Sonra “Komünistleri, Aleviler'i bırakmayın, Allah yoluna kesin, Sütçü İmam aşkına vurun!”, “Alevileri öldürün, şahit kalmasın!" diye bağıran kalabalıklar bombalarla, silahlarla, baltalarla katliam yaptılar, tecavüz ettiler, işkence ettiler, diriye de ölüye de saygısı olmayan ve yaradılanı yaradandan ötürü sevenler olarak ölülerin taşınmasını, yaralıların hastanelere götürülmesini engelleyip hastaneleri kuşattılar. “Aleviler, solcular dinsiz ve sünnetsizdir” diyerek insanların pantolonlarını indirip sünnetli olup olmadıklarını (en son sünnetsiz PKK'lılardan bahseden has ittihatçı devletlû Cemil Bey'in kulakları çınlasın!) kontrol edebildiler.

İşte böylesi bir gaddarlıktı vuku bulan ve 19 Aralık 2010'da Maraş'ta bu gaddarlığa sahip çıkıldı! O gün insanlık namına ne varsa Maraş'ta bir kez daha ayaklar altına alındı...

Peki ne yapmalı?

Bu tür vakalarda hep olduğu üzere milliyetçi-muhafazakâr sağın provokasyon temasına sarılmasına, her melaneti dış güçlerin, “ülkemiz üzerine oynanan oyunlar” bahanesinin hanesine yazmasına, Alevi ve Sünnîler'in asırlardır bir arada yaşadığını vurgulayarak “hepimiz kardeşiz, kaşımayalım, unutalım”cılık oynamasına ve böylelikle yerli halkın sorumluluğunu, milliyetçi-muhafazakâr endoktrinasyonun zehirli rolünü konuşmayı reddetme siyasetine karşı durmalı. Alevilik'i Sünniliğe benzetebildiği oranda kabul etmeye hazır, Kemalizm inanışını düzenlemeye kalkınca haklı olarak isyan eden ama Alevilik'i “Ali'yi sevmek Alevilikse hepimiz Aleviyiz!” düzeyinde anlayabilen milliyetçi-muhafazakâr asimilasyoncu dile karşı mücadele etmeli. Bu kesimin kendisini hep haklı ve de hep kurban olarak tesmiye edip şiddetini kutsal saymamasının sonuçları ısrarla anlatılmalı.

Sonuçta bazı insanlar kötüdür deyip geçemeyiz, birisine yapılmış plansız programsız sıradan bir kötülük değil karşımızda duran. Bir grup insanı kadın, bebek, ihtiyar, hamile demeden sırf kendileri gibi olmadıkları için tavuk keser gibi kesen, işkence eden, kanını helâl sayan bir kötülükle ve bu kötülüğe sahip çıkan, gayet bilinçli, nefret dolu bir canavarlaşma hâliyle karşı karşıyayız. Yapmamız gereken bu insanların beslendiği “bir bebekten bir katil yaratan” karanlığı, yani Türk milliyetçiliğini, ulusalcılığını her yerde mahkûm etmek. Bu karanlığın var olamayacağı, daha insani, daha kozmopolit ve demokratik bir kültür inşa etmek. Seneye daha kalabalık olmalı, linçci güruh gibi canavarlaşmadan, canavarlarla savaştığımızı bu yüzden canavarlaşmamaya dikkat etmemiz gerektiğini hiç unutmadan, barışçı ve yasa yakışır biçimde, incinsek de incitmeyerek ama unutmadığımızı, unutmayacağımızı göstererek anmalıyız ölülerimizi...

*Yazının başlığı “Primo Türk Çocuğu”na karşı aynı burçtan olduğumuz Primo Levi'den...