Murat Paker ile Söyleşi: Tecrit Esaslı Hücre Düzeninden Vazgeçilmesi Gerekir

Suçlulara karşı cezalandırma uygulamalarının tarih içindeki durumundan bahseder misiniz?

İnsanın hayatını toplum olarak sürdürmesi beraberinde, toplumun üretimi ve yeniden üretimi süreçlerinde belirli kültürel-ahlaki normlar oluşturmayı gerektirdi. Bu normlar bireyi topluma karşı sınırlandırmış ve sınıflandırmıştır. Normlardan sapma toplum için her zaman sorun olmuştur. Meydana gelen sorunu çözme tarih içinde farklıklar göstermekte. Ancak sorunu çözmede ortak payda her zaman “ceza” oldu. Modern devlet öncesinde cezalandırma bedene yönelik ve topluma gösteri şeklinde yapılıyordu. Bu dönemde ibret gösterileri şeklinde işkence ve idamlar uygulanmaktaydı. Gücü elinde bulunduranlar topluma “kuralların dışına çıkanın başına bunlar gelir” diyordu.

Moderniteyle birlikte cezalandırma sistemindeki dönüşümde bedensel cezalandırmadan ne derece uzaklaşıldı?

Modern devletlerde cezalandırma kapalı mekanlara taşındı. Kamuya açık eziyet, kapalı kapılar ardında eziyete dönüştü. Ve giderek cezalandırma bedensel eziyetten uzaklaşarak mahrum etme şekline dönüştü. Mahkumların belli haklarının olduğunun kabul edilmesi bu sürece geçişin ana noktasıdır. Ceza, dış dünyadan uzaklaştırma, mahrum bırakma şeklinde tarif edildi ve bedene yönelik ekstra cezalandırma en azından söylemde reddedildi. Ancak egemen yöntem olmasa da, yasadışı olsa da bedene yönelik şiddetle cezalandırılma tam olarak bitmemiştir, gerekli görüldüğü hallerde her an dolaptan çıkarılabilir haldedir. Örneğin Türkiye gibi moderniteyi daha geriden takip eden ülkelerde bu dolabın kapısı zaten hiç kapanmadı.

Türkiye özelinde disipline etme sürecindeki dönüşüm ayrıntılandırırmak gerekirse işkencenin geri plana alınması ne derece mümkün oldu?

Osmanlı’ya bakarsak, İslam hukukunda bilgi almak için eziyet etmek yani işkence yapmak öteden beri yasadışı. Ancak soruşturmada değil ama cezalandırma safhasında Kuran ve İslam hukuku çerçevesinde, bugün işkenceden başka bir şekilde sınıflandıramayacağımız bedene yönelik şiddet bol miktarda var. En azından kırbaç cezası var örneğin. Soruşturma kısmında eziyet yasadışı ama pragmatizm de her zaman işbaşında ve konuşturmak için falakaya yıkmak çok eski bir yöntem. Ne olursa olsun, Osmanlı’nın modernizasyon çabalarıyla birlikte her türlü işkence, hem soruşturma hem de ceza aşamasında, 1860’larda yasadışı hale getiriliyor. Yani yaklaşık 150 yıl önce. Bunun ‘işkence bitti, yok oldu’ demek olmadığını gayet iyi biliyoruz.

Son yıllarda fiziksel işkencenin azalmış olduğu bir gerçek ancak dönem dönem çok yoğun olarak uygulandığını da biliyoruz. Sadece mahkum etmenin devlet için yetmediğini ve ekstra bir cezalandırmadan geçirdiğini söyleyebiliriz. İşkencenin amaçları arasında az bir payda bilgi almaya yöneliktir. İşkence asıl olarak “efendi”nin kim olduğunun kafalara dank ettirilmesi, intikam alınması ve muhalif kişilerin ruhen ve bedenen çürütülmesi için uygulanagelmekte.

Mahkumu tecrit etme amacına yönelik F tiplerini bu çerçevede nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tecrit uygulaması F tipleriyle başlamadı. Bu süreç Türkiye’de 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle cezaevlerinde özellikle solcu siyasi mahkumların sayılarının artmasıyla gündeme geldi. Bu dönemde cezaevi sistemi ‘reforme’ edilmeye başlandı. Sayıları artan, çoğunluğu solcu siyasi mahkumların adlilerle karışması iktidar mantığıyla adlilerin zehirlenmesi olarak algılanıyor. Bu nedenle cezaevlerindeki siyasi mahkumları ikinci kez yalıtmak gereği duyuluyor. Burada Özel Tip denilen sistemle ve disiplin kuralarının daha katı olduğu yerler açıldı. Buralara siyasi mahkumlar konuldu. Özel Tipe ek olarak bir de daha tecrit hedefli Münferit Tip isimli 1-3 kişilik hücrelerden oluşan ve F Tiplerinin öncüsü sistem kuruldu.

Münferit tip cezaevlerinin mahkum profili ve uygulamaları nasıldı?

Münferit Tip cezaevleri siyasi suçluların üst düzey kadroları ve ıslah olmaktan uzak adli suçluların kontrolü için yapıldı. Münferit Tip Cezaevi dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimi Hüseyin Turgut tarafından kaleme alınan 1986 tarihli Cezaevleri İdaresi isimli kitapta şu şekilde tarif edilir. “Teröristler birbirleriyle haberleşmemelidir. Teröristler haberleşemediği zaman sudan çıkmış balık gibi ölür. Başka bir deyişle teröristi ruhen ve fikir bakımından besleyen kaynaklar kurutulunca, onun devrimci ve yıkıcı yönü ölür. Bu ihtiyaçtandır ki teröristler dünya ile yandaşı örgütlerle haberleşmek için bütün dünyada çırpınır dururlar.”

Modern devletlerde kamuya açık eziyetin yerini kapalı kapılar ardında eziyete; bedensel eziyetin yerini de ‘mahrum etme’ye bıraktığını söylediniz. Münferit Tip ve F tipi Cezaevlerindeki mantık bununla ne derece örtüşüyor?

1986-89’da mecburi hizmetimi cezaevi hekimi olarak yapmıştım. O zamandan beri gözlemlediklerime göre, cezaevi müdürleri, gardiyanlar ve benzer görevliler eğer savcılıkların ve sivil toplum örgütlerinin ciddi denetimi altında değillerse -ki şu an öyle- kafalarındaki ideal mahkum tipinden uzaklaşanlara karşı keyfiyet dozu oldukça yüksek biçimde davranabilmektedirler. Bu durum, F Tipi gibi tecrit esaslı cezaevlerinde çok daha fazla böyle. Neredeyse ‘ölsen kimsenin ruhu duymaz’ gibi bir durum yaratılıyor. Yani cezaevi yönetimini ideal/cici mahkum olduğuna inandıramıyorsan hiçbir hakkından yararlanamayabilirsin. İnsan yüzü göremezsin, kütüphaneyi kullanamazsın, spor salonunu kullanamazsın, doktora gidemezsin. Bu çok çarpık bir ödül-ceza sistemi. Mantık “mahkumun hakları var” ile örtüşmüyor, “eğer mutlak itaat gösterirsen kırıntılar halinde ödüllendirilirsin” anlayışı var.

Bu uygulamalarda islah etme yani topluma yeniden kazandırma niyeti sözkonusu mu?

Bence “F Tipleri,” eski adıyla “Münferit Tipler,” devlet açısından ıslah olmaktan uzak, gözden çıkarılmış unsurlara yönelik. Öte yandan siyasi mahkumların ‘ıslah olmak’ diye bir şeyi bir ihtimal olarak bile kabul etmeleri dünyanın hiç bir yerinde yoktur. Böylesi koşullarda ‘ıslah etmeye çalışıyoruz’ söylemi, retorikten ibaret bir kandırmacadır. Islah falan değil, ruhen ve bedenen sakatlamak amaçlanıyor neredeyse. Burada müthiş bir nefret ve düşmanlık tekrar üretiliyor. Mahkumlar, arkadaşları ve aileleri nefret ve intikamla bileniyor. 120’nin üzerinde insan açlık grevinde öldü. Devlet kanadında en ufak bir kıpırdanma yok. İşin başka boyutu devlet cezaevlerini kangren olarak görüyordu. Cezaevlerinde, koğuşlarda denetim sağlayamıyordu. Cezaevlerine yönelik 19 Aralık operasyonlarının ardından dağıtılan koğuş sistemi ve mahkumların F tiplerine gönderilmesiyle kendi açısından kısa vadede sorunu çözmüş oldu. Ama büyük bir insani dram devam ediyor. Cezaevi operasyonlarına kadar toplumda da ufak tefek de olsa mobilize olmuş bir duyarlılık vardı. Devletin manipülasyonu ve bazı örgütlerin ciddi basiretsizlikleriyle sorun toplumsal duyarlılık sınırının dışına atıldı.

O günden bu güne bakarsanız ölüm oruçlarının bitirilmesi için öne sürülen taleplerde ciddi düşüşler oldu. Artık sadece tecridin kaldırılması bu eylemin son bulması için gerekli görülüyor.

Bu dönemde başka şansları kalmadı. Operasyonlar öncesi “Türk Tabipler Birliği” gibi çeşitli sivil toplum kuruluşları ve aydınlar bu sürecin içindeyken şu anki asgari taleplerden daha fazlası elde edilerek ölüm oruçları sonlandırılabilirdi. Karşılıklı uzlaşmaz bir tavır gösterildi. Bunun vebali büyüktür. Bu kadar ölen insanın vebalinin bir kısmı devlette olduğu gibi bir kısmı da bu örgütlerin lider kadrolarındadır. Bu kadroların hesapları sanırım “şehitler” üzerinden geleceğe dönük bir hafıza yatırımı yapmak, direniş efsaneleri yaratmak ve mümkünse ileride bunları da kullanarak bir siyasi hareketlilik sağlayabilmekti, hala da öyle muhtemelen. Yoksa o an için bütün taleplerini kabul ettirebileceklerini düşünüyor olamazlar. Belli bir noktadan sonra yenilginin kesinliği -yani eski koğuş sisteminin aynen gidemeyeceği- belli olmuştu; basiretli davranılsa olabildiğince az hasarla atlatılma ekseninde uğraşılabilirdi, ama sanki o istenmedi, bol şehitli, “destansı” bir yenilgi peşinde koşuldu. Uzlaşmaz tavır öyle hamasi ve hezeyani raddelere kadar ulaştı ki operasyon sonrasında kimi örgütler arabuluculuk yapmaya çalışmış, insanların canı yanmasın diye koşuşturmuş olan aydınları ve sivil toplum kuruluşlarını “devletin maşası, hainler” olarak nitelemekten çekinmediler.

Buradan çıkarılacak sonuçla F Tiplerinde devam eden ölüm oruçlarını onaylamıyorsunuz. Tabloya baktığınızda F Tipleri kamuoyu gündeminden uzak sadece yeni ölümler olduğunda adı anılan sorunlar olarak yaşıyor. Bu sorun nasıl çözümlenecek?

Ölüm oruçları başka hiçbir seçenek kalmadığı zaman bir protesto eylemi olarak dünyanın değişik yerlerinde gündeme gelmiştir. Kimsenin ölmesini istemem tabii ki, kimsenin ölümler ve ölü sayıları üzerinden siyaset yapmaya çalışmasını da doğru bulmam. Ama insanları öyle çaresiz bırakan zulüm ve adaletsizlik dolu durumlar vardır ki, kimileri başka hiçbir çareleri ve araçları olmadığı için kendi bedenlerini ortaya koyabilirler, bu çaresizliği anlayabilirim. Ve eğer açlık grevleri/ölüm oruçları, nadiren kullanılıyorsa, zamanlaması çok iyi hesaplanıyorsa ve de sosyo-politik haleti ruhiye ile bir rezonans yakalayabiliyorsa, çok güçlü bir vicdan kurucu, vicdan hareketlendirici işlev görebilirler. Oysa bu grevler, oruçlar Türkiye’deki haliyle ağırlığını yitirdi. Şu şekliyle onaylamam mümkün değil. Çok sık ve çok uzun kullanıldı, vurucu bir ağırlığı kalmadı. Ve de en önemlisi bu eylemlerle toplumun herhangi bir etkileşimi kalmadı. Ciddi bir muhasebe yapılmalı, 120’den çok ölüme ek olarak yüzlerce kalıcı sakatlık sahibi olmuş insan var bu eylemlerin sonucunda. Bunlar çok ağır kayıplar ve çoğu maalesef kaçınılabilecek kayıplardı. Yenilginin zamanında kabul edilip gerekli geri çekilmenin ve ona uygun mantıklı muhalefetin yapılmaması, kayıpların bu kadar vahim olmasına yol açtı. Diğer taraftan ikili bir durum sözkonusu. Sözkonusu örgütler bu kadar radikal ve şiddetperver olmasaydı F tipleri konusundaki toplumsal muhalefet daha da artabilecekti; öte yandan muhalefet artsa örgütler belki bu kadar radikalleşmeyecekti. Burada geniş bir tanımlamayla demokrat ve insan haklarına saygılı tüm kesimlerin F tipine tepki göstermesi gerekiyor. Toplumu politize etmek zor bir süreç. Öte yandan cezaevlerini merkezî bir mücadele alanı olarak gören siyasi anlayışlar var. Hal böyle olunca oldukça geniş toplumsal muhalefet örgütlenmesi sözkonusu olamaz . Merkezî mücadele alanı hayat içinde olmalı. Bu durum sağlanabilirse cezaevlerinin insanileştirilmesi de toplum geneli tarafından daha çok sahiplenilebilen bir alan olacaktır. Biliyorsunuz, bu cezaevi operasyonu öncesi mahkumların açlık grevi direnişlerine karşı toplumsal duyarlılık artma eğilimindeydi. Böylesi hassas ve destek açısından umutlu olunabilecek bir ortamda bu örgütlerden biri kalkıp ‘cezaevlerindeki durumu protesto etmek için’ bir polis otosunu tarayıp birkaç polisi öldürdü. O dönemde bu şiddet eylemi bence cezaevi direnişinden toplumsal desteğin hızla geri çekilmeye başladığı ana işaret ediyor. Kısa bir zaman sonra da devlet o kanlı cezaevi operasyonunu yaptı zaten. Basiretsizlik dediğim de böyle bir şey. Cezaevi direnişini yürüten örgütlerin lider kadroları, bu direnişe gösterilen toplumsal duyarlılık üzerinden kitlelerin kendi örgütlerinin peşlerine takılabileceklerini ve bu yolla bir tür siyasi hegemonya kurabileceklerini düşünmüş olabilirler. Eğer böyle bir hesap vardıysa bu çok büyük bir yanılgıyla malüldür. Çünkü cezaevi direnişine gösterilen sempati ve destek tamamen insani kaygılardan kaynaklanıyordu, bunun o örgütlere siyasi bir destek verilmesiyle hiçbir ilgisi yoktu.

Çözüm yolunda yeniden bir aydın ve sivil toplum örgütü girişimi başlatmaktan ve yeniden toplumsal duyarlılık arttırıcı faaliyetlere girişmekten başka bir çare gelmiyor aklıma. Ancak bunun başlayabilmesi ve mesafe alabilmesi için biraz önce bahsettiğim ciddi muhasebelerin yapılabilmesi ve de malum örgütlerin bu meseledeki pozisyonlarını samimi bir şekilde elden geçirmeleri gerekmektedir. Öte yandan devletin eğer bu sorunu çözme gibi bir niyeti var ise onun da ciddi adımlar atması gerekmektedir. İçeride yatanlar kim olursa olsun mevcut F tipi düzeni kabul edilemez, bu düzen orta ve uzun vadede çok daha ciddi toplumsal yaralara /huzursuzluklara neden olur. Tecrit esaslı hücre düzeninden vazgeçilmesi gerekir.

F Tipleri konusunda bakanlıklar eleştirileri Batı’nın tavırlarıyla yanıtlıyor. En son önceki haftalarda basının sorularına yanıt veren Adalet Bakanı Cemil Çiçek “ F Tiplerini Avrupa’dan 50 defa heyet ziyaret etti. Sorun yok.” Şeklinde konuştu. Batının Türkiye’deki uygulamaları bakışı ve kendi cezaevleri ne durumda?

Şimdi bir kere F tipleri Batı’nın minimum standartlarına uygun olabilir. Batılı aklı koğuş sistemini çok sağlıksız bulabilir ve 1-3 kişilik özel oda sistemine dayalı yeni sistem eskiye göre onlara daha uygun/cazip gelmiş olabilir. Burada birkaç sorun var. Birincisi, Batı’nın cezaevi sistemi hiç bir şekilde ideal bir sistem değil, özellikle ABD’de çok sıkıntılı ve eziyetli bir sistem olduğu herkesin malumu. Dolayısıyla Batı’nın F tiplerine bir laf etmemiş oluşu bizi bağlamaz. Biz burada daha iyi cezaevi standartları isteyebiliriz, bunun mücadelesini verebiliriz. İkincisi, ak-kara gibi sert bir şekilde kategorilendirmek doğru olmaz ama, biliyoruz ki Batı toplumlarında bireysellik vurgusu Doğu toplumlarında ise toplulukçuluk vurgusu daha ağırlıklıdır. Burada genel ortalamalardan, yönelimlerden bahsediyorum ve kuşkusuz aşırı bir genelleme yapıyorum, her toplumun içinde bu bireysel-toplulukçu ekseninin herhangi bir yerinde yer alan insanlar mevcut. Hele Türkiye ne tam bir Batı ne de tam bir Doğu toplumu. Çok fazla geçişkenlik var burada. Dolayısıyla buradaki cezaevi sisteminin de bu kültürel geçişkenliklere, ihtiyaçlara hitap etmesi gerekir. Tamamen toplulukçu bir tarzı ifade eden koğuş sistemi gerçekten özel alana yer bırakmaması nedeniyle savunulabilir bir sistem değildir. Öte yandan şimdiki halleriyle F tipleri tecrit hedeflidir, toplu geçirilebilecek mekanlar ve zamanlar çok sınırlıdır. Halbuki Türkiye için en uygun sistem, Batı’da da örnekleri görünen melez bir sistemdir. Mahkumlar geceleri 1-3 kişilik odalarında geçirebilirler. Gündüzlerin büyük kısmını ise istedikleri takdirde diğer mahkumlarla birlikte toplu mekanlarda geçirebilirler. İsterlerse odalarında kalabilirler. Hem bireysel hem de toplu mekanların istenildiği kadar ve biçimde kullanılmasına imkan veren bir düzenleme olurdu bu.

Kısaltılmış versiyonu Nokta Dergisi, 23-29 Kasım 2006'da yayımlanmıştır