Felaket Zamanları Üzerine Düşünmek

Felaketler oldukça kimse asla özgür olmayacak.

(Albert Camus)

Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan bir virüs dünyaya hızla yayıldı. Bilim kurullarınca Covid-19 olarak adlandırılan bu virüs, dünya genelinde yüzbinlerce kişiye bulaşarak binlerce insanın ölümüne sebep oldu. (Bu çalışma yazıldığı sırada bulaşma sayısı 121 bin, ölüm sayısı da 5 bin civarındaydı.) Bu virüsün yüzden fazla ülkede görülmesiyle 10 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü tarafından resmen pandemi (büyük salgın) olarak ilan edildi. Virüsün ortaya çıkışı konusunda kesin bir bulgu olmamasına rağmen genel kanı bunun vahşi doğal yaşamdan insana sirayet ettiği şeklindedir. Fakat çoğu kimse bu virüsün laboratuvarda üretilen bir biyolojik silah olduğunu da düşünmektedir. Bu konuda Çinli yetkililer ile Amerikalı yetkililerin karşılıklı suçlamaları gösterilebilir.

Virüs ortaya çıktığı ilk zamanlarda Dünya Sağlık Örgütü başta gelmek üzere çoğu dünya ülkesi virüsü küçümsedikleri veya ciddiye almadıkları görüldü. (Bu konuda ABD başkanı Trump’ın ilk demeçlerine bakılabilir.) Fakat daha sonra virüsün özellikle küresel ekonomik ve ticari faaliyetlere darbe vurmasıyla ancak dikkatleri üzerine çekebildi. Bu süreçte ülkeler arası seyahatler kısıtlanırken, öte yandan başta sosyal medya olmak üzere birçok alanda Çinlilere yönelik ırkçılığa varan düzeyde cüzzamlı muamelesi bile yapıldı. Küresel bir salgın olarak bu durum, insanlığı etkileyen, toplumsal, politik ve kültürel yansımaları da olan ve bazı radikal değişimleri de beraberinde getiren veya getirecek olan reel bir olgu olduğu anlaşıldı. Bu olgu üzerine genelde sağlık bilimlerinin perspektifleri öne çıksa da öte yandan bu olgunun sosyolojik, psikolojik, politik ve kültürel yansımalarına da bakmak önemli olacaktır. Başka bir deyişle bu olguya salt sağlık bilimleri çerçevesinden değil, aynı zamanda sosyal bilimlerin gözüyle de bakmak gerekir. Şüphesiz bu konuda fikir ileri süren ve bu alana dikkat çeken birçok kişi olmuştur. Örneğin Slovaj Zizek bu virüsün kapitalizme “Kil Bill-vari bir darbe” olduğunu, komünizmin yeniden icat edilmesine yol açabilecek bir potansiyel taşıdığını ileri sürdü.[1] Bu iddiasını da Fredric Jameson’un kozmik filmlerinde işlediği şekliyle dünyadaki yaşamı tehdit eden bir asteroit ya da insanlığı yok eden bir virüsün ütopyacı potansiyeline dayandırdı. Daha doğrusu buradan hareket eden Zizek, bu gibi küresel tehditlerin, küresel bir dayanışmanın oluşmasına vesile olduğunu, küçük farklılıklarımızı manasızlaştırdığını, hepimizi bir çözüm bulmak için birlikte çalışmaya seferber ettiğini iddia etti. Bu virüsün çok daha faydalı bir şekilde alternatif bir toplum düşünü türeteceğini, küresel dayanışma ve yardımlaşma biçimleriyle kendisini gerçekleştirecek olan, ulus-devletin ötesinde bir toplumun tahayyülünü itekleyeceğini de ekledi. Aynı zamanda salgının, sahte haberler, paranoyak komplo teorileri ve ırkçılık patlamaları gibi toplumda patlamaya hazır muazzam ideolojik virüsleri de tetikleyeceğini, karantinaya dönük makul tıbbi ihtiyaç, sınırları temizlemeye ve kimliğimizi tehdit eden düşmanları karantinaya almaya dönük ideolojik baskı olarak bizlere geri dönüğünü de ileri sürdü. Son olarak bu durumun sınıfsal bir mesele olduğuna dikkat çeken Zizek, şu önemli tespitlerde bulundu:

“Tüm bu kolaycı umutların karşısında kabul edilmesi gereken ilk şey tehdidin devam edeceği. Bu dalga gerilese bile, yeni dalgalar belki daha tehlikeli biçimlerde geri gelecektir. Bu yüzden viral salgınların, diğer insanlarla ve kendi bedenlerimiz dahil etrafımızdaki nesnelerle olan en temel ilişkilerimizi etkilemesi beklenebilir (…) bizleri sadece devlet veya diğer kurumlar kontrol etmeyecek, kendimizi kontrol etmeyi ve disipline sokmayı da öğrenmemiz lazım. Belki sadece sanal gerçek güvenli olacak, açık havada özgürce hareket etmek sadece ultra zenginlerin adalarında mümkün olacak.”

Zizek’in yukarıdaki tespitlerine baktığımızda daha çok iyimser bir hava görebiliriz. Fakat küresel salgının kapitalizmi geriletmede, değişim ihtiyacını tetiklemede, dayanışmacı, yardımlaşmacı ve birlikteliğin ortaya çıkmasında iyimser bir unsur olması yanında; sınıfsal bir mesele olarak karantina ve kısıtlamalarla izole bir toplumun oluşmasına, özgürlüğü kısıtlayan, toplumsal baskıyı arttıran bir unsura dönüşmesini de görmek gerekir. Nitekim şunu biliyoruz, felaket çoğu zaman katlanarak bir felaketler zincirine dönüşür. Ve çoğu zaman baskıcı ve otoriter bir ortamın oluşmasına hizmet eder. Dolayısıyla distopik bir havanın oluşacağını öngörmek zor olmasa gerek.

Bu virüs hakkında görüş beyan edenlerden birisi de İtalyan düşünür Giorgio Agamben’di. Agamben bu durumu “Motive olmayan bir acil durum tarafından kışkırtılan istisna durumu,” olarak tarif etti.[2] Ona göre bu salgın konusunda medya ve yetkililer panik ortamı yaratmak için ellerinden geleni yapıyorlar, böylece hareket ve tüm bölgeler için günlük yaşam ve iş faaliyetlerinin askıya alınması konusunda ciddi sınırlamalar ile gerçek bir istisna durumunu kışkırttıklarını ileri sürdü. Bu kışkırtmanın altında ise iki temel faktörün olduğunu belirtti. İlk ve en önemli faktörün “istisna durumunu normal bir yönetim paradigması olarak kullanma eğilimi” olduğunu söyledi. Bu durumla hükümetler “hijyen ve kamu güvenliği nedeniyle” onaylanan yürütme kararnamesiyle bölgelerin gerçek militarizasyonunu ürettiğini, böyle belirsiz bir formül, (hükümetin) istisna durumunu hızla tüm bölgelere genişletmesine izin verdiğini ifade etti. Diğer faktör ise, son yıllarda bireysel bilinçlere yayılmış ve salgının bir kez daha ideal bahane sunduğu “kollektif panik durumlarına gerçek bir ihtiyaç haline dönüşen korku durumu”ydu. Bu faktör ise, sapkın bir kısırdöngüde, hükümetler tarafından empoze edilen özgürlüğün sınırlandırılması ve yaratılan güvenlik arzusuna dayanıyor. Gerçekten de Agamben’den hareketle bu olağanüstü ve istisnai durumların hükümetler açısından kitleleri kontrol altına almak veya otoriter-güvenlikçi yaklaşımlarını bir şekilde tanzim etmek için gerekli meşru zemini buldukları ileri sürülebilir. Çünkü hükümetler otoriter ve müdahaleci politikaları için her zaman meşru ve makul bir zemine ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla hükümetler açısından bu istisnai durumlar çoğu zaman müthiş işlevsel durumlardır.

Aslında benzer bir durumu çok daha önce George Myerson ekolojik ve doğal felaketler için “bilimin işlevselliği veya araçsallığı” için kullanmıştı. Ona göre iktidarlar gidişatı meşrulaştırma derdinde olurlar ve sorun büyüdükçe otorite de güçlenir.[3] Öyle ki iktidarlar çoğu zaman araçsalcı bir mantıkla bilimsel söylemleri bir meşru dayanak olarak arkasına alarak tahakkümcü politikalarını sorunsuz bir şekilde uygularlar. Sorun kitlelerin bu durumu çoğunlukla kabul etmesi veya tam anlamıyla rıza göstermeleridir. Bunun altında yatan temel neden ise kitlelerin koşulsuz bir şekilde iktidara olan güvenleri değil; bilimselliğe olan güvenleridir. Fakat kitlelerin bu güvenin iktidarlar tarafından nasıl araçsallaştırıldığını göremediklerini ileri sürer. Gerçekten de felaket zamanlarında bilim kurullarınca ileri sürülen herhangi bir uygulamaya -örneğin halk sağlığı söylemine- koşulsuz katılmak kaçınılmazdır. Şimdilerde yaşanan durum da aslında benzerdir. Ülkelerin bilim kurullarınca ileri sürülen her uygulamaya -özellikle seyahat özgürlüğünün kısıtlanmasına veya gerekli gereksiz karantina uygulamalarına, eğitim süreçlerinin kısıtlanmasına, ticaret veya ekonomik faaliyetlerinin sınırlandırılmasına, fiyatların belirlenmesine- büyük bir oranda koşulsuz uyulduğunu veya uyulacağını görmek mümkündür.

Salgın, her ne kadar kapitalizme, konformizme ve globalizme bir darbe niteliği taşısa da veya en azından öyle görünüyor olsa da, iktidarların daha çok otoriterleşmesine, devlet aygıtının sağlık sistemleri üzerinden kendini yeniden tanzim etmesine ve daha da önemlisi insanın doğanın karşısında -üstesinden gelinmesi gereken en temel olgu olması bağlamında- yeniden kendi konumlandırmasına yol açabilir. Dolayısıyla yeni bir insan-merkezciliğe kapı aralanacağını söyleyebiliriz. Çünkü insan formunun doğa içerisinde yok olma tehdidiyle karşı karşıya kaldığında varoluşsal olarak kendi varlığını daha sıkı korumaya almakta ve bu bilinci daha keskin bir şekilde öne çıkarmaktadır. Nitekim Çin’de karantina esnasında insanların evlerine çekilmesiyle birlikte hayvanat bahçesindeki hayvanların ziyaret edilmediği, bu nedenle önemli bir kısmının ilgisiz, bakımsız ve açlıkla baş başa bırakıldığı haberleri de medyaya yansıdı. Bu durum ekoloji etiğinde doğadaki canlıların tümünün eşit düzeyde yaşama hakkı olduğunu ileri süren bir yaklaşım olarak insanı diğer canlılarla -bir istisna olarak belki virüsler de dahil edilebilir- eşit düzeyde gören biyo-eşitlikçi yaklaşımların temel tezlerini de çürüten bir gözlemi beraberinde getirdi. Dolayısıyla insanın doğa karşısındaki acizliği bir kez daha anlaşılmış ve aynı zamanda insanın doğanın üzerindeki tahakkümünün yersizliği, yetersizliği veya olanaksızlığı da bir kez daha anlaşılmış gözükmektedir. Bu sebeple virüs -doğal bir olgu olarak- aynı zamanda bir insan-doğa ilişkisinin problematiğinin veya insan formunun yok oluşunun bir parçası olarak da değerlendirilebilir. Ve nitekim doğayla ilişkimizin sınırlarının belki de en temel göstergesi olarak yeniden söyleme dahil edilebilir: Virüs, doğadır. Doğayla yaşamayı bilmeliyiz.

21. yüzyılda özellikle tıp, genetik, mikro-biyoloji, biyo-teknik gibi alanlarda büyük gelişmeler, ilerlemeler olmasına rağmen -hele bilim ve teknolojinin özgüveninin büyük tavan yaptığı bir zamanda- böylesi bir virüsün yaygınlık kazanması -belki medyanın panik havası yaratması-, kitlelerde büyük bir korkuya, endişeye ve umutsuzluğa sebep olması da ilginçtir. Kitlelerin bilinçli bir şekilde korkuya veya paniğe sevk edildikleri konusunda birtakım tartışmalar olsa da kitlelerin korkuya ve paniğe sürüklenmesinin iktidarların işine yaradığı söylenebilir. Panik havasıyla market raflarının boşaltılması, bazı temel ihtiyaçların kendi ederinden katbekat fazla bir fiyata çıkartılması ve kitlelerin de buna hücum etmesi şaşırtıcı olmamalı. Tam da böylesi felaket zamanlarında fırsatçıların ortaya çıkması, ahlâki ve toplumsal değerlerin hiçleştirilmesi, bir ego-santrizmin pompalanmasıyla toplumsal kaos, bölünme ve hatta çatışmaların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Toplumun nihilistik, mistik ve dinsel hurafelere sarılması, çözümü ruhani bir alanda araması çaresizliğin ve umutsuzluğun önemli göstergelerinden birisidir. Tıpkı Albert Camus’un Veba adlı eserinde söylediği gibi veba salgını veya felaket önce insanları umutsuzluğa boğar ve felaket zamanlarında kimse asla özgür olamaz.[4] Çünkü karantina benzeri uygulamalar sadece fizikî bir izolasyon değil, aynı zamanda toplumsal, düşünsel ve ruhsal bir izolasyon olarak bireyler arasında bir kopukluğa, dışsallaşmaya, ötekileştirilmeye, hatta ırkçılığa varacak düzeyde belli kesimleri cüzzamlı olarak değerlendirip yok edilmesi gereken varlıklara indirgeyen bir bilincin yeşermesine de neden olabilir. Öte yandan bireyin kendi bedeniyle olan ilişkisinde de travmatik bir kopuş, iğrenme ve en önemlisi de ıslah edilmesi veya terbiye (disiplin) edilmesi gereken bir nesneye veya tam tersi bir fetişizme de dönüşebilir. Bedenin izolasyonu ve tecridi, bilincin izolasyonunu da beraberinde getirerek bir oto-kontrol mekanizmasıyla kendini dizginleyen pasif edilmiş bir bireye dönüşür. Pasifizm, sinizm, çekingenlik, yalnızlık, yabancılaşma, korku, endişe, bekleyiş, karamsarlık, hiçlik eşlik ederek öznel bir kopuş gerçekleştirebilir. Tam da yalnızlığın ve yabancılaşmanın had safhaya ulaştığı depresif bir çağda depresyonu tetikleyen veya daha da katlayan yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyiz. Bu nedenle bu gibi felaket zamanlarında iletişim kopukluğunun, şiddetin, intiharların, aile içi çatışmaların -boşanma gibi- artması da şaşırtıcı olmamalı. Çünkü toplumsal izolasyonun bu gibi sonuçları kaçınılmazdır.

Son olarak Albert Camus Veba’da felaketin sadece bir kesimin değil, bütün insanlığın ortak sorunu, hatta ortak yazgısı olduğunu ve bu yazgıdan kaçış olmadığını belirtir. Onun için bu virüsün demokratik olup olmadığı tartışması bu yönüyle yersizdir. Böylesi zamanlarda nihilizm, mistisizm, romantizm, hurafecilik ve dinsellik yaygınlık kazanmaya başlarken, kitleler umutsuz, bitkin, sinik, pasif, karamsar olmaya başlar. Özellikle ahlâki ve insani toplumsal değerler hiçleşir, kaotik, bencil, sorumsuz, fırsatçı, şiddet dolu bazı yıkıcı duygular öne çıkar. Gerçekten de felaketleri yaşadığımız bu zamanlarda bizi umutlandıran dayanışmacı, tamamlayıcı, kolektif, iyileştirici, sahici, akılcı, ahlâki ilkelere ihtiyacımız var. İşte tam da bu noktada aydınlara düşen görev veya sorumluluk, toplumu bu noktada uyarmak, umutları canlandırmak, toplumsal bilince ve dayanışmaya vurgu yapmak ve en önemlisi de öncüsü olmaktır. Tıpkı Camus’un Veba’sının başkahramanı Dr Rieux gibi… Çünkü Dr. Rieux, dünyanın saçmalığına ve kötülüğe karşı çıkar, mücadelecidir, dayanışmacıdır ve en önemlisi de yaşama anlam katmaya çağırır.


[1] https://www.birgun.net/haber/slovaj-zizek-koronavirus-kapitalizme-karsi-5-noktali-kalp-patlatma-teknigi-vurusu-gibi-289792

[2] http://positionswebsite.org/giorgio-agamben-the-state-of-exception-provoked-by-an-unmotivated-emergency/

[3] Myerson, George, (2004), Ekoloji ve Postmodernliğin Sonu, çev. Ebru Kılıç, Everest Yayınları: İstanbul.

[4] Camus, Albert, (2019), Veba, çev. Nedret Tanyolaç Öztokat, Can Yayınları: İstanbul, 37. basım.