"Baba, Görmüyor musun Yanıyorum?"
Erdoğan Özmen

Freud, Rüyaların Yorumu (1900) adlı eserinde dokunaklı bir rüyadan söz eder:

Bu örnek rüyanın ön hazırlıkları şöyleydi: Bir baba çocuğunun hasta yatağı başında günler ve geceler boyu beklemişti. Çocuk en nihayetinde öldükten sonra, biraz uzanmak için yan odaya geçer, ama çocuğun uzun mumlarla çevrili cesedinin konduğu odayı yattığı yerden görebilmek için kapıyı açık bırakır. Çocuğun başında beklemesi için tutulan yaşlı bir adam da dualar mırıldanarak cesedin yanında oturmaktadır. Baba, bir-iki saatlik uykusunda şöyle bir rüya görür: çocuk onun yatağının yanına gelmiş, onu kolundan yakalayıp suçlarcasına “Baba, görmüyor musun yanıyorum?” diye fısıldamaktadır. Uyanır, yan odada parlak bir ışık görünce hemen oraya koşar ve görür ki yaşlı adam uykuya dalmış ve sevgili evladının cesedinin sargıları ve kollarından biri, üzerlerine düşen bir mum yüzünden yanmıştır.

Freud, söz konusu rüyaya ilişkin olarak, kendi standart rüya yorumu, yani rüyaların bilinçdışı bir isteğin doyurulması ve uykunun bekçileri olduğu tezleri çerçevesinde oldukça basit bir açıklama sunar: uyuyan kişi ansızın bir dış müdahaleye, gerçeklikten gelen bir uyarıma (sıcaklık artışı, ateşin parıltısı, duman kokusu) maruz kalır ve hem uykusuna devam etmek hem de çocuğunu bir süre daha canlı olarak görmek için, söz konusu uyaranları içeren bir rüya sahnesi inşa etmiş ve böylece gerçekliğe uyanmak yerine uykusunu uzatmıştır. Nihayet, başta rüyayı tetikleyen dışsal uyaranlar belli bir yoğunluğa ulaşınca da özne uyanmıştır.

Lacan, buna tamamen zıt bir yorum ileri sürer: Babanın uykuyu sürdürme isteğini kabul ettiğimize göre onu uyandıran ne olmuştur diye sorar. Bunun rüyanın içindeki başka bir gerçeklik olduğunu düşünür. Çocuğun onu kolundan yakalayarak fısıltıyla sormasında("Baba, görmüyor musun yanıyorum?"), bu aşırı jestte çoktan var olan bir şeydir bu. Demek çocuğun, babanın suçlu olduğunu ima ederek, “görmüyor musun yanıyorum” diye itham etmesinin gerçekliği, dışsal gerçeklik denen şeyden daha dehşet vericidir. Dolayısıyla onu uyandıran şey, çocuğun ölümündeki bu mesajla yüzleşmeme, onu yadsıma, cehaletini sürdürme arzusudur. Asıl “uykusunu sürdürebilmek, körlüğünü korumak, arzusunun gerçeğine uyanmaktan kaçınmak için gerçeklik denen şeye kaçar.” Kendini bu korkunç, dayanılmaz, dehşetli rüyayla duyuran arzusunun Gerçek'inden kaçmak için kendi eski, normal gündelik gerçekliğine “uyanır”.

Şimdi hepimiz o rüyanın içinde, o babanın durumunda değil miyiz artık? Önümüzdeki vazife, korkmadan sonuna kadar gitmek, bütün ıstırabına ve dehşetine karşın söz konusu rüyaya katlanmayı göze almak, orada açılan uçuruma bakmaya cesaret etmektir. O uçurumda karşımıza çıkacak olan şey; “kapitalizmin korkunç bir sistem, devasa bir vahşet, kan, yıkım ve talan makinası olduğunu gayet iyi biliyorum, ama gene de ilelebet sürecek ve alternatifi olmayan bir sistemde yaşadığıma inanmayı tercih ediyorum”  diyerek ortalıkta dolaşan ya da “yapıyorum, çünkü yapabilme kudretine sahibim” demeyi arzulayan sapkının konumuna çoktan yerleşmiş olduğumuz hakikati değil midir? Orada bizi bekleyen, belli ölçülerde hepimizin aynı sapkınlıkla malül oluşu, tam olarak bu travmatik karşılaşmadır işte. Kendi insanlığımızı -olumlu ve yüce bütün özellik ve yapılarıyla- yeniden keşfetmenin en esaslı yolu değil midir varlığımızı altüst eden her travmatik karşılaşma. İnsanlık serüvenimizi başlatan, salt biyolojik/maddi itkilerin varlığı olmaktan çıkıp öteki ile kurduğu ilişki ve bağların, bir ortaklık ve işbirliğinin manevi öznesi katına yükselmemize vesile olan şey de çünkü, en temelde travmatik bir karşılaşmadır. Kendi dürtüsel uyarım ve aşırılığımızla yüz yüze kaldığımız her seferinde ötekinin bize uzanan ve sarıp sarmalayan şefkati, büyülü jest ve kelimeleri sayesinde yerleşiriz yüce insanlık kaidesine. İnsan, sadece bu yolla bir Gerçek etiğinin öznesi olarak ortaya çıkar.    

Ya bu salgınla -hiçbir boyutunu, anlamını ve sonucunu ıskalamadan- her anlamda yüzleşmeyi, karşılaşmayı göze alacak, aynı ciddiyetle sonuna kadar gitme cesaretini göstereceğiz ya da anlık bir rahatlama beklentisiyle kendi eski hayatlarımıza dönmeyi, eski sıradan ve normal gerçekliklerimize bir an önce kavuşmayı seçeceğiz. Bu sistemin varsaydığı ve ürettiği kişilik yapıları ve öznelliklerimizle; bir virüs gibi yayılarak ruhlarımızı esir alan ve ışıksız bırakan -her birimizi neoliberal kapitalist makina suretinde yeniden yapılandıran- sapkın, narsisistik/büyüklenmeci ve psikopatik yatkınlıklar/yapılarla kıyasıya bir hesaplaşmaya girişmenin tam vaktidir bugün. Kendi varoluşumuz, diğer canlılar, hayat ve yeryüzü ile ilişkilerimizi sorgulama ve radikal biçimde değiştirmeye koyulmanın vakti. 

Ortak insanlığımızın güvenliği, gücü ve sıhhati içimizdeki en zayıf ve güçsüzlerin güvenliği, gücü ve sıhhati ölçüdündeymiş, ve insanlık birbirlerine eşsiz köken ve kader bağlarıyla bağlı varlıkların çokluğundan ve çeşitliliğinden müteşekkil tek bir varlıkmış madem, şu salgın zamanında bile suya ulaşamayan milyarlarca insanın bulunduğu bir dünya türümüzün karşı karşıya olduğu en büyük zillet değil midir? Yeryüzündeki biyo-çeşitliliği ve diğer türleri ortadan kaldıran, temiz hava, çevre, su, sağlık, eğitim vb tüm temel müştereklerimizi ya yok eden ya da alınır-satılır bir ürüne indirgeyen bu küresel işleyiş/makina, bu canavarımsı tüketim/sermaye/meta uygarlığı hepimize kast eden özel bir yıkıcılık türünden başka nedir ki?

Durum panikleyerek ya da dehşet ve korku duygularıyla tepki vermek için çok fazla ve çok daha ciddidir. Ya da şöyle söyleyelim: şimdi korku, dehşet ve panik içindeyken, bu deneyimin bilgisini ya zaten bildiğim ve aşina olduğum bir dile, geçmişteki bir örüntüye eklemleyecek, demek geçmişe referansla, tekrarlayan bir geçmiş/tarih hikayesi oluşturacağım, ya da aynı bilgiyi, kendimi henüz bilinemez olan bir geleceğe doğru itmek ve hazırlanmak üzere kullanacağım.

Demek en önce, bizi beklediğini varsaydığımız eski/normal hayatlarımıza dönmeyi ummaktan vazgeçmeliyiz. Şimdi, derhal ve hiç ertelemeden mevcut varoluş biçimlerimiz üzerine, sürdüregeldiğimiz hayat tarzlarımız üzerine, toplumlarımızın biçimleri ve alışkanlıklarımız üzerine, şimdiki insanlık durumumuz üzerine enine boyuna düşünmeye başlama zamanı çünkü. Hep birlikte ve aynı ortak merakla. Bu yolculuk boyunca bize rehberlik edecek her ilke/değer (iyilik, vicdan, fedakarlık, şefkat, şükran, dayanışma, yardımlaşma, işbirliği, kardeşlik, yaratıcılık) şimdi salgının ortasındayken de göz kamaştırıcı parıltılarıyla hepimize umut olan ortak insanlığımızın miras ve potansiyelleridir.  Bu salgının en önemli dersi bence budur ve umarım bunu ıskalama basiretsizliğini göstermeyiz. Hiç olmazsa, bir sonraki salgın ya da felakete, “2020 Salgını”nın ardından eski/normal hayatlarına kaldıkları yerden devam eden basiretsiz/içgörüsüz “büyük” insanlık olarak yakalanmamak için.

Bizi yönetenlerin, iktidar ve sermaye sahiplerinin çeşitli hesapları olacaktır şüphesiz. Demokrasinin sınırlarını daraltmak, demokratik kurum ve değerleri askıya almak, bu istisna halini kalıcı hale getirmek, daha otoriter ve güvenlikçi siyasetlere yönelmek vb. isteyeceklerdir. Asıl soru, şimdi bir de en yakıcı haliyle her zamanki yerindedir: Biz ne yapmak ve kim olmak istiyoruz?