Özeleştiri
Tanıl Bora

Adalet ve Kalkınma Partisi menşeli Gelecek ve Deva partilerinin kurulması, “özeleştiri” üzerine tartışmalara can verdi. Bu parti kurucularının, şimdi karşısında konum aldıkları uzun sürmüş iktidardaki uzun sürmüş ortaklıkları hakkında özeleştiri yapmaları gerektiği, sıklıkla öne sürülüyor.

Bu vesileyle özeleştiri “meselesi” üzerinde epey duruldu; özeleştirinin ne olduğu, niçin onu önemsediğimiz üzerine konuşuldu. Ümit Kıvanç’ın, Gazete Duvar sitesinde “Zalimlik, şuursuzluk, affetme” başlıklı yazı dizisi,[1] doğrudan özeleştiri üzerine değildi, başlığından da anlaşılabileceği gibi, onarıcı adalet meselesinin dikenli tarlasında yürüyen bir yazıydı. Ama dolaylı olarak, özeleştirinin etik çerçevesiyle ilgiliydi. Murat Sevinç, Diken sitesinde doğrudan Gelecek-Deva vesilesiyle özeleştiri hakkında bir dizi yazı yazdı. O, bu iki partinin “yeni pozisyonlarının kendisini bir özeleştiri olarak kabul ettirmeye çalıştığını” söyledi. Sevinç’in bu bahiste pas attığı Kemal Can da sahici bir özeleştirinin “yeni pozisyon”la sınırlı olmayıp “yanlışı yapmış olma ve onun sorumluluğuyla yaşama cesaretiyle davranmayı” gerektirdiğini söylemişti.[2] Sevinç zaten “içten bir özeleştiri ihtimalinin olanaksızlığı”ndan söz ediyordu, çünkü “‘hata’ sözcüğüyle açıklanamayacak türden” şeyler yaşanmıştı, bunları gerçekleştiren bir yapıda yer almış olmanın ‘kusuru,’ özeleştiriyle halledilemezdi. Onlar ancak “bazı şeylerin unutulmasını” umuyor olabilirlerdi.[3]

***

Özeleştiri icabı üzerine henüz o kadar fazla konuşulmuyorken, 18 Aralık 2019’da Yıldıray Oğur Karar’da “Başkasının özeleştirisi sizi haklı yapar mı?” başlıklı bir yazı yazmış; eski-AKP’lilerden özeleştiri talep eden muhaliflerin de özeleştiri yapmasına talip olmak gerektiğini söylemişti. Onlar da, “28 Şubat için, 27 Nisan’da cumhuriyet mitinglerine koşuşturdukları için, 367 kararına destek verdikleri için, başörtüsü yasaklarını savundukları için, AK Parti kapatma davasına malzeme taşıdıkları için” özeleştiri vermeliydiler. Zira varılan ‘kötülük’te, bunların da payı vardı.[4]

***

Buradan bir “ona bakarsan…” yarışı çıkabilir tabii. Aynı pistte koşulmayan bir yarış.

Bir AKP’li, ancak AK Partili olarak özeleştiri yapabilir. Yapıp ettiklerini partinin kuruluş ilkelerine, muhafazakâr-demokrat çerçeveye uygunluğu açısından sorgular (Devacılar). Yahut, bir yandan da 1990’ların İslâmcılık tartışmalarının muhasebesini yapıp, Millî Görüş gömleğinin iliklerini, düğmelerini kontrol eder (Gelecekçiler). Liberal, liberal düstura göre özeleştiri yapar. Sosyalist, sosyalistçe ölçütlerle. Zira özeleştiri, bir değer ve referans çerçevesi içerisinde yapılabilir. Tıpkı eleştiri gibi; ortak bir referans çerçevesi olmadan, eleştiri de yapamayız. Neye iyi-güzel-doğru neye kötü-çirkin-yanlış dediğimize dair bir ölçü olması gerekir.

Kısacası, Murat Sevinç, eski-AKP’lilerin AKP’yle alış verişi olmamış muhalifler nezdinde özeleştiriye kabil olmadıklarını söylerken haklı; ama bence, özeleştiriyle ‘aşılamayacak’ hatalar-kusurlar-suçlar işledikleri için değil (işlemiştirler, o ayrı bahis), kendi dışındakilerle ortak bir değer ve referans çerçevesi bulunmadığı için kabil değildirler buna. 

Ortak bir zemin, ortak referans çerçevesi, “demokratlık” olabilirdi, “insan hakları” olabilirdi. Siyasî eşhastan özeleştiri talep edenler, en azından zımnen, bu zeminden konuşuyorlar nitekim. Ne çare ki, o ortak çerçeve, tırnak içerisindedir; ortak bir tarif yapılmış, etrafında sağlam bir mutabakat kurulmuş, iman edilmiş değil. Tarafların diyelim, pejmürdeleşmiş tabirle “mahallelerin” diyelim, böyle bir müşterek siyasî etik zemini yok. “Millet İttifakı”nın ‘bile’ yok. Olsa, HDP’ye böyle muamele etmezlerdi.

Tersinden de düşünebiliriz: Özeleştirisizlik, kimsenin-özeleştiri-yapmaması, o müşterek zemininin kurulamamasının –veya derme çatma kalmasının- âmillerinden biri değil mi? Özeleştiri talep edenler, bunu ne kadar çaresizce yapıyor olursa olsun, -hatta özeleştirinin imkânsızlığından dem vursalar bile-, ortak asgarî ilkeler-değerler çerçevesinin yokluğuyla ilgili dertlerini dile getirmiş olmuyorlar mı aslında?

O dert varsa, özeleştiri talebi, ortak referans çerçevesi kurmaya yönelen bir işlev de üstlenebilir – üstlenmeli hatta. Özeleştirinin lüzumunu, icabını, ‘faydasını’ anlatmak, özeleştiriyi mümkün kılacak bir zemin inşasının adımlarından, yordamlarından olmalı.

***

Murat Sevinç, ‘bizde’ özeleştirinin nadirattan olduğunu hatırlatıyor. Özeleştiri ‘kültürümüz,’ hiç gelişkin değil. (Yine, ortak değer çerçevesi meselesi!) Dahası, özeleştiri namına da en fazla, “fazla iyi niyetliyim” gibisinden hüsn-i talillerle başvurulduğunu söylüyor Murat. Bu kibrin uç örneğini bizden değil de dünya futbol âleminden vereyim. 1990’ların yıldız oyuncularından Andreas Möller bir defasında bütün samimiyetiyle demişti ki: “Benim sorunum, hep çok fazla özeleştirel olmam, üstelik kendime karşı da…”

***

Özeleştiri ‘kültürünün’ esaslı bir problemi de, onun tövbe istiğfar ve kendini çiğneme olarak ‘anlaşılması,’ öylesinin basbayağı arzu edilmesi. Ümit Kıvanç, bahsettiğim yazısında  özeleştirinin “çoğu yerde bireyin haysiyetini çamura bulanmış giysi misali çıkarıp yere bırakması anlamına” geldiğini söylüyordu.

Özeleştiriyi ahlâkından öte siyasetinin ilkelerinden yapmış olan sosyalist sol açısından, bu kavramın uğradığı erozyon, bilhassa can yakıcı. Birikim-Güncel’de Hüseyin Padır imzalı yazı, popüler kültürde parodisi de yapılan “Özeleştirini ver!” buyruğunun, “sağlıklı bir yenilenme çağrısı” yerine “politik ruhbanlığın bir çeşit diz çöktürme ayini”ne ve “melankolik kendini suçlamaya” dönüşmesi riski üzerinde durdu.[5] Sosyalist/komünist özeleştiri töresi ile dinî günah-itiraf pratiği arasındaki mukayese kapılarını hatırlatması önemli. Moskova Mahkemeleri’nde ve Maocu özeleştiri âyinlerinde uç (dip) noktasına varan kıyıcı pratiğin, Hıristiyan günah çıkarma geleneği ile bağlantısı üzerine, erbabı hâlâ düşünür, durur.[6]

***

“başkalarının yoğurduğu/ kendimin ağusunu sızdırıyorum/ belki bir peyzaj kim bilir kaçıncı çocukluktan?/ üç kitap sonra marksist oluyorum/ bir klik seçip kendini kanıtlamanın kolaylığından”.

Murathan Mungan, Mart 1978’de yazmış bu “Özeleştiri” şiirini[7] - sosyalist solun iri ve diri olduğu sıralarda...

***

Özeleştiriyi, “acımasız” özeleştiriyi, Lenin 1904’te Bolşevikler henüz kudret ve ikbalden uzakken bir düstur olarak koymuştu. Özeleştiri “geçici bir tezahür, bir moda değil”di ona göre, “cephanelikte hep duracak bir silah”tı. Sovyet iktidarının kurumlaşma evresinde, bu ilkeyi, bilhassa “bürokratikleşmeye” bir önlem olarak canlandırmaya çağırmıştı. Bir yandan da, bunun iktidarı gerçekten güçlendirme amacına hizmet edeceğini vurgulayarak. Stalin, bürokratikleşmeden sakınma ‘kısmına’ değil de bu ikinci vurguya sarıldı. Bürokrasi, özeleştirinin ruhbanı oldu.

Sosyalist ve komünist jargonda özeleştiri dendiğinde genellikle buna “acımasız” sıfatı eşlik eder. Rosa Luxemburg da, 1916’da bu kavrama değinirken, özeleştiriyi “pervasızca, gaddarca, meselenin esasına inen” diye sıfatlandırır. “Proleter hareketinin yaşam soluğu ve gün ışığıdır,” der onun için. Devamında, yine mahut “acımasız” sıfatı eşliğinde, özeleştirinin, işçi sınıfının “sadece varoluşsal hakkı değil, en yüksek yükümlülüğü” olduğunu söyler. “Sosyal demokrasinin krizi” üzerine bir yazı bu. Rosa’nın özeleştiri gereğine yüklenmesinin temel nedeni, millî-emperyalizme ikrar vermiş, işçi nüfusunun çoğalmasının matematiksel sonucu olacak doğal iktidarını bekleyen sosyal demokrasinin konformizmini, kendinden memnuniyetini sarsmak istemesiydi. Lenin’in bürokratikleşmeye karşı ikazıyla aynı kaygı.

Niyet halistir. Sorunları “objektif” dışsal sebeplere havale etmenin rehavetine kapılmamak için, sorumluluğu üzerinden atmamak için, öznelik kapasitesini geliştirmek için, özne-nesne gerilimini diri tutmak için, beceremediğimiz ‘halis’ özeleştiriye ihtiyacımız var.

***

Acımasızlık vurgusundan geri durulamamasının en basit sebebi, -derinini psikanaliz meraklılarına bırakalım-, özeleştiri yapmanın sahiden müşkül bir iş olması değil mi?

Walter Benjamin ve başka Eleştirel Teoriciler, eleştirinin “şiddetini” olumlarken; üretken, “kurtarıcı” eleştiri ile yıkıcı eleştiriyi ayırt etmişlerdi. Öz-’ünden evvel, ‘düz’ eleştiri müşkül bir iş. Eleştiriyi yergi olarak anlamaya yatkınız. Arapçası “tenkit”in etimolojik kökeninde “gagalama, iğneleme,” diyor. Eleştiri kelimesinin Karahanlıca kökü, gagalamadan daha ‘yapıcı’: “elgeş,” elemekte yardım ve yarış etmek, demek. Elden, elekten geçirmekten geliyor eleştiri kelimesi. Yani ince eleyip sık dokumak… Batı dillerindeki Eski Yunanca kökenli karşılığı, Kritik, malûm Kriz’le kökteş. Yine malûm, kriz, belirlenmemiş karar anıdır. Kritik’in, kriz yaratma potansiyeli vardır. Beri yandan Herbert Marcuse, “sistemin,” kritiğe/eleştiriye tesirsiz bir faaliyet olarak cevaz veren “baskıcı hoşgörüsünden” söz açar;[8] hegemonik bir toplumsal-politik iktidarın ona bir rezervasyon alanı açarak hoşgördüğü eleştiri, kriz yaratamaz, avara kasnak döner, sadece kurtları dökmeye yarar. Kendi keskinliğiyle büyülenmiş eleştirinin nafileliği - eh, biliriz…

***

Özeleştiriye dönelim. Onun, duygusal zekâyla da ilgili bir kabiliyet olduğunu unutmayalım.[9] Yapılan ve yapılmayan özeleştiriyi, sadece akıl yürütmeyle anlayamayız. Özeleştiri yapmak için, özeleştiri ‘almak’ için, özeleştirinin bir yere değmesi için, etik-siyasî bir çerçeveden gayrı, duygulanımsal emek de gerek. Duygulanımsal dikkat de gerek.

Psikolojinin “özeleştirinin eleştirisi” diyebileceğimiz temkini, özeleştirinin kendine kahretmeye, öz yıkıma dönüşmemesini, yapıcı olmasını ikaz ediyor öncelikle. Bunun temel koşulu, eleştirinin kişiliğe veya ‘huya’ değil, somut, özgül ve değiştirilebilir olan davranışa-eyleme yöneltilmesidir. (Tıpkı ‘düz’ eleştirinin somut vakaya-eyleme-içeriğe odaklanması gereği gibi.) Buna bağlı olarak, bir yandan da bir çözüm, bir alternatif düşünmektir. Ve “acımasızlık” retoriği beri dursun, bunu belirli bir sakınımla, tevazu içinde yapmaktır; zira özeleştirinin ‘abarmış’ tonu, kisvesi de kibre delâlet olabilir, onu besleyebilir – oysa dünya bizim etrafımızda dönmüyor, değil mi! 19./20. yüzyıl dönümünün heccav şairi Christian Morgenstern, “eleştirici eleştirisini ciddiye aldığı ölçüde, kendi ciddiyetine de o derece eleştirel yaklaşacaktır,” demiş.

***

Özeleştiri tartışmalarının, öncelikle, kıt özeleştiri kabiliyetini geliştirmeye yaraması temennisini tekrarlayarak bitireyim.


[1]https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/12/zalimlik-suursuzluk-affetme-1/; https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/13/zalimlik-suursuzluk-affetme-2/ https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/14/zalimlik-suursuzluk-affetme-3/

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/10/sapla-saman-fazla-karismadi-mi/

[3] http://www.diken.com.tr/yeni-partiler-elestiri-ozelestiri/; http://www.diken.com.tr/zaman-ve-sikismislik-hissi-her-seyi-unutturup-olaganlastirir-mi/ 

[4] https://www2.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/baskasinin-ozelestirisi-sizi-hakli-yapar-mi-12251 Murat Sevinç’in, “türban yasakçı-ikna odacı” kesimin, bu işlerin “beş para etmeyeceğini” anlamış, yani özeleştiri yapmaksızın değişmiş olduğunu not edişini de not edeyim. (http://www.diken.com.tr/son-yirmi-yilda-herkes-biraz-degismek-zorunda-kaldi/).

[5]https://www.birikimdergisi.com/guncel/10127/ozelestiri-mi-tovbe-almak-mi-siyasal-vicdanin-bilincdisi-uzerine-bir-suphe

[6] Berthold Unfried’in, 1930’ların Sovyetler’inde “özeleştiri” kayıtlarını inceleyerek 2006’da yazdığı kitap, mesela: “Ich bekenne”. Katholische Beichte und sowjetische Selbstkritik (“İkrar ediyorum”: Katoliklik’teki günah çıkarma ve Sovyetler’de özeleştiri). Yazar, özeleştiri pratiğin “Sovyet insanı”nı özne/fail haline getiren, buna mukabil bireylikten çıkartan bir etkisi olduğunu anlatıyor (eylemleriyle fail olmuşlardır fakat bu eylemlerinin saiki kendi “özel” iradelerinin dışında-ötesindedir)

[7] Mürekkep Balığı, Metis 1997, s. 73.

[8] Herbert Marcuse: Schriften 8, Suhrkamp 1984, s. 136-166.

[9] Wolgang Seidel: Der ethische Gehirn, Spektrum, 2009, s. 88.