Münferit Silahlanma
Tanıl Bora

Oturmuş terim, “bireysel silahlanma”dır biliyorsunuz. Önümüzdeki pazartesi, 28 Eylül, dünya bireysel silahsızlanma günü. Ama memleketimizde bireysel silahlanmanın hali, hani şu “münferit” sıfatının kullanıldığı durumları hatırlatıyor. Sistematik ve sürekli olan ama öyle olduğu inkâr edilen anlamında münferit, yani.

1993 yılında bu amaçla, bireysel silahlanmayla mücadele amacıyla kurulan Umut Vakfı’nın yetkilileri,  2011 yılından beri resmî makamlardan veri alamadıkları için, silahla öldürme-yaralama olaylarıyla ilgili raporlarını üçüncü sayfa haberlerine dayandırdıklarını söylüyorlar.

Türkiye’de bireysel silahlanmada, dünyada 178 ülke arasında 14. sırada. Sosyal medyada otomatik ağır silah teşhir edenler oluyor, biliyorsunuz. Güvenlik uzmanları, vara yoğa kullanılan “iç güvenlik sorunu” kavramının asıl bu konuda geçerlilik taşıdığı kanısındalar.[1]

***

Sivillerdeki “envanterin” şişkinliği ve silahla yaralama-öldürme vakalarının çokluğu yanında, meselenin pek “bireysel” olmadığını, -ya da işte, devlet dilindeki anlamıyla “münferit” olduğunu-, düşündürten bir başka âmil daha var: Birkaç yıldır insanları endişeye sevk eden, milisvari yapılanmalarla veya siyasî hasım (dahası, “hain”) gördüklerine karşı silahlananlarla ilgili haberler. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, Cumhurbaşkanlığı danışmanlarından bazı iktidar siyasetçilerine ve köşe yazarlarına, “darbeye karşı meşru müdafaa hakkını” tahkim etme gerekçesiyle, silahlanma teşviklerinde bulunanlar olmuştu. Birkaç ay önce de bir televizyon “sohbetinde,” “hain” dediklerini cezalandırmak üzere silahlandığını memnun-mutmain ihtar eden kişi, tabiatıyla, infial yarattı.

***

Bireysel silahlanma olgusu, Batı dillerinde “kişisel silahlanma” veya “sivil silahlanma” veya “vatandaşların silahlanması” diye anılıyor. Ki evet, olgunun manâ ve ehemmiyeti buradadır; şiddet tekeline sahip olduğu varsayılan devletten gayrı, vatandaşların da silah bulundurmasındadır.

Nitekim, erken Cumhuriyet döneminin hamarat muharriri Vâlâ Nureddin (Vâ-Nû), 2 Ağustos 1948’de Akşam’da yazdığı makaleye “Vatandaş hayatında silâhsızlanma” başlığını koymuş. Kıymetli bir yazı bu.

“Milletler arasındaki silâhsızlanma”nın, muhakkak bir “yüksek ideal” olmakla beraber, kolay gerçekleşemeyeceğini teslim ederek başlıyor makale. Zira “devletlerin iradesi hükmünü yürütüyor” ve onlara kolay kolay söz geçirilmiyor. Belki zamanın, dünyanın, siyasetin halihazır şartlarında devletlerin silahlanmasının bir ihtiyaç olduğunu da kabul etmek gerektiğini teslim ediyor. “Lâkin,” diye devam ediyor Vâ-Nû, “vatandaş hayatında, yani memleket içi yaşayışımızda aynı kaide ille cari mi olmalı? Müsellâh [silahlanmış] mı gezmeliyiz?” Kendisi, “her fırsat düştükçe, tabanca, pala, ikama vesair öldürücü âletler ticareti ve bilhassa bu silâhların taşınması aleyhinde mücadele açmağa uğraştım,” diyor. Vatandaşların silahlanmasının önlenmesi için, “herhalde, devletlerin silâhsızlanması derecesinde muğlâk ve imkânsız bir dâva değildir. Başka memleketlerde mümkün oluyor, bizde de olabilir” hükmünü veriyor Vâ-Nû. Umut Vakfı, üstadın kadrini bilmeli, derim.

Vâ-Nû’nun üzerinde durduğu bir başka nokta, bilhassa önemli: vatandaş silahlanması ile resmî güvenlik kuvvetlerinin silahlanması ve silah kullanımı arasında doğrudan bir bağlantı kuruyor. “Birçok memleketlerde, polisler bile silâh değil bir kauçuk matrak[2] taşırlar” saptamasında bulunuyor. Polislerin ‘bile’, “silâh patlayıp bir zıvanasızın, bir sarhoş veya edepsizin kanını dök”mediklerine dikkat çekiyor. Yani Vâ-Nû’ya göre meselemiz, “vatandaş hayatında iki taraflı bir silâhsızlanma ve silâhsızlandırma”dır. “Vatandaşın üzerinde katiyen silâh bulundurmamak”la beraber, onu tamamlamak üzere, “polis… tabancayı bırakıp kauçuk matrakla teçhiz edilme”lidir. Hatta, o günlerde Adapazarı’nda yaşanan bir hadisede bir tutukluya tabanca ve palayla saldıran dört “müsellâh intikamcı”nın, “iyi talim görmüş, atik, ihtiyatlı ve kuvvetli jandarmalar” tarafından “kendileri silâh patlatmadan” önlenmesini övgüyle örnek gösteriyor.

Altını tekrar tekrar çizelim: Vâ-Nû, vatandaş silahsızlanması gereği ile, güvenlik kuvvetlerinin de aşırı-silahlanmaması gereği arasında, doğrudan bir orantı kurmuş. 72 yıl evvel.

***

72 yıl sonra bugün, güvenlik meselesiyle meşgul sosyal bilimciler, aynen bunun üzerinde duruyorlar. Son olarak ABD’de siyahlara karşı “orantısız” polis şiddeti meselesi (“Black Lives Matter”) bir defa daha alevlendiğinde yapılan tartışmalarda, toplumdaki silahlanmayla polisin silahlanma düzeyinin yüksekliğine dikkat çekildi. Sivillerin silah kullanma sıklığı ile polisin kolayca silah kullanmaya yatkınlığı, birbirini tetikliyor (silah mecazından kurtulamadık!) buna göre; vatandaşın pompalı tüfeğine davranma eğilimi ile polisin silah kullanmasının “normalleşmesi,” birbirini destekleyerek sarmal bir gelişme arz ediyor.[3]

Polis silahlanmasının kauçuk matrak ve tabanca seviyesinden hafif tanklar ve ağır silahlar seviyesine terfi ettiği zamanlarda, dünyada güvenlik kuvvetlerinin teçhizat bakımından militarize olup meslekî ideoloji bakımından para-militerleşme (milisleşme) istidadına girdiği zamanlarda,[4] Vâ-Nû’nun ikazı, 72 yıl öncekinden daha güncel değil mi?

Bireysel silahlanmayla ilgili  kampanyalar, perspektifini buraya doğru genişletse…


[1] https://dergipark.org.tr/tr/pub/assam/issue/48907/574731

[2] Yani deri kaplı değnek, cop.

[3] https://www.mpg.de/15098858/polizeigewalt-deutschland-usa

[4] Bu eğilime kısaca değinen bir yazı: Tanıl Bora, “Bizden değiller…”, Deniz Koloğlu - Didem Gençtürk Gözde Kazaz - H. İlksen Mavituna - Saner Şen (derleyenler): Polis Destan Yazdı içinde. İletişim Yayınları, İstanbul 2015, s. 347 vd.