Nazan Öncel için bir Şarkı
Derviş Aydın Akkoç

Sıvacı kuşuma, rahmetli kardeşim Seda’ya…

“Kırk yıllık kel tiryakiler gibi” sigaraya başladığında daha on üçünde, arkadaşlarıyla Çılgınlar Grubu’nu kurup da “kız başına” düğün salonlarında şarkılar söylemeye başladığında ise on beşindedir. “Yerçekimi ve zaman” hariç önüne dikilen her engele ve haksızlığa itiraz edeceği daha baştan bellidir: El bebek gül bebek bir prenses değil, bir Amazon savaşçısı gibidir, yaradılıştan hırçın ve kural tanımazdır; asla evcilleştirilemez. Yabanıl güzelliğinin gerisinde tuz sesleri vardır. Sesindeki tuzda çoğun göçmenlikten miras bir hüzün yankılanır yankılanmasına ama göçmenliğini yakasında bir rozet gibi taşımasını da bilir. Ufuk zincirlenmiş, hava sis pus da olsa daima adımlayacaktır; modern bir seyyah olarak ayaklarına bunca güvenmesi ise göçmenliğin avantajlarındandır. Sesini söze kavuşturduğu, meramını dünyaya açtığı dil dışında hiçbir yerin sakini değildir, dil onun evi yahut ülkesi değil, durmaksızın genişleyen evrenidir: “kâğıda dokunan kalemin çıkardığı yangın” bu evreni bir ucundan diğerine aydınlatır. Bir kibrit çakımıyla kelimeler peş peşe ya da bazen topluca alev alır ve nihayet “dilde yangınlar çıkar”, bu yangında çokça beklemiş hisler, duyuş ve fikirler tutuşur; ama alevler onu bu dünyaya getiren kişiyi de sarıp sarmalar, ince ince yakar: “sen kendi sesinle kül oluyorsun ey Kerem gibi yana yana…” Nazan Öncel de kendi sesinde kül olanlardan, ama sessizliğin küllerinden, deneyimin güneşli yuvasından yeni kelimeler ve yeni sesler doğuyordur, hep...

***

Hem sesi olduğu kadar sessizliği de seviyor, ondan da besleniyordur Nazan Öncel, zira ona göre karası, kurşunisi yahut akıyla bir bulutun sessizliği de pekâlâ bir sestir: “bir bulut indi yeryüzüne.” Muhteşem imkânsızlık: ne köpük köpük dağılarak ne de “güz yaprakları” gibi birdenbire düşerek; Öncel’de bulut konuşkan bir sükûnetle usul usul yeryüzüne iner. Nazan Öncel kelimelere bir kuyumcu gibi değer biçmez, farklı farklı açılardan bakar onlara, esas olan kelimelerin devinimidir, bu devinimde tonlama ve ritim ise her şeydir. Öyküye, olaya –kendi lafıyla “hadiseye”– ve hatıraya yönelirken de tonlamaya ve ritme sadıktır. Etekleri zil çaldığında yahut varoluşun efkârına daldığında tarihten ziyade doğada gibidir: Öncel’de mecburen kente ve uygarlığa kapanmış, aile de dahil çeşitli kurumlara sıkıştırılmış, yığınla baskı mekanizması içine hapsedilmiş dişil bir doğa titreşir ve bu doğa giderek cisim bulur, görünürlük kazanır; samimiyetin yanı sıra, hatta ondan da önce gerçeklik duygusu uyandırması da galiba bu hasletinden ötürü. Nazan Öncel yalnızca bir şarkı sözü yazarı değil, aynı zamanda esaslı bir şair de…

***

Yedi göbekten bir İstanbulluya ya da ezelden bir Diyarbakırlıya İzmir’i ancak Nazan Öncel bu kadar sevdirebilir, merak ettirebilir. İzmir haritada bir kent değil, evvela bir huy, bir çalım, yerine göre bir aksan, bir edadır Nazan Öncel’de… Sürekli değişen, kendini yenileyen bu edanın mayasında ne vardır diye insan sormadan edemez… Cemal Süreya “İzmir’e girerken bir özerklik duygusu uyanır içinizde” diye konuşmuştu Ece Ayhan’la yaptıkları bir söyleşide: “Kent, kıyısını, açık denizini, caddelerini, yapılarını suna suna önümüzde yayılırken o duyguyu aşılamaya başlar. Sivillik yazgısıdır bu kentin.” Nazan Öncel tam olarak Süreya’nın sözünü ettiği o “özerklik duygusunun” içine doğmuştur: yozlaşmış toplumsal değerlere kafa tutarken, tabularla boğuşurken, “ifade özgürlüğünün” önündeki bariyerlere hücum ederken sonuna kadar özerktir ve hep sivildir… Evet, tepeden tırnağa kentlidir Nazan Öncel: gelgelelim kenti işlerken bir rehberden de fazlasıdır, kimseyi geziye çıkarmaz, kentin temsiline hele hiç yeltenmez. Tutkulu bakışı kentin ışıltılı caddelerini, yalılarını, köprü yahut çeşmelerini, tarihi yerlerini değil, bilhassa karanlık ve loş sokaklarını, adı sanı bilenmeyen muhitlerini ve varoluşlarını dolanır, ve bu dolanma sayesindedir ki Nazan Öncel istese de İzmir’le sınırlayamaz kendini: New York’un köprü altları, İstanbul’un dehlizleri, Paris’in banliyöleri, Rio De Janeiro’nun saçak altıları da pekâlâ onun mecraları arasındadır… Bütün kentlerin “şarapçılarına, serserilerine” ve elbette “arzuhalcilerine” bu denli müptela olması boşuna değildir…

***

Şarapçılar ve serseriler demişken: Nazan Öncel’in bakışı toplumsal açıdan dikiş tutturamamışları, karanlık ve kırılgan varoluşları da radarına alır; gözü karadır, çamurlu kaldırımlarda adımlamaktan çekinmez, o kendine has tarzıyla itilip kakılmış bu varoluşlara dilde alan açmaya çalışır, bu çaba da estetik üretiminin politik cevherini oluşturur… Meşhur “Sokak Kızı” parçası Nazan Öncel’in şarkılarındaki öznenin manifestosudur bir bakıma: kentin merkezinde değil, çeperlerinde yer işgal eden bir kızdır bu. Abisinden dayak yemiştir, fırından ekmek çalar, yerden izmarit toplar, sokaklarda hırsız polis oynar. Şehrin ücralarını, dip köşelerini bilir, onca tehdide ve saldırıya rağmen “itlerden korkusu yoktur.” Ve bu özne okullu da değildir, ne bir “yavrukurt” olmuş ne de herhangi bir “başöğretmeni” vardır: demokrasiden nasibini almamış bir cumhuriyetin çatlaklarında hayatta kalmaya çalışan, kendi kendisinin öğretmeni olmak zorunda kalan bir varoluş… Sokak kızı bir kök-imge olarak Nazan Öncel’in sonraki parçalarında yeni içerikler kazanarak, bazen daha keskin ya da mahzunlaşarak, ama daima görünecektir: işler ters giderse her an “giyinip banka soymaya” hazır bir karakterdir; geçmişin banka soyan devrimcilerini de çağrıştırırcasına... Bu kök-imgenin temelinde esas itibariyle eril düzene, zirzop herifçioğlu takımına, bu takımın dümen suyuna kendini kaptırmış kadınlara yönelik kuvvetli bir itiraz yer alır. Öncel’de herhangi bir itiraza yahut protestoya daima bir ifade problemi eşlik eder. İfadesizlik içinden çıkılmaz bir hal aldığında, dil dış müdahalelerle –toplumsal ve siyasal baskı mekanizmalarınca- kilitlendiğinde, bu kilitlenmeye “yok şöyle, yok böyle” diyerek meşruiyet kazandırıldığında, yani politika yapıldığında Öncel’in tepesi atar, çalçene “ukala dümbeleklere” cin ifrit olur. Yalnızca düzen kuvvetlerinden değil, kendi mahallesinden de tepki çekmek pahasına, Meksikalı bir milis kadar haşindir: sokarım politikana, kırılma… 

***

Ve elbette aşk… Nazan Öncel her şeyden önce bir aşk şairidir. Çok az kişi onun kadar güzel âşık olabilir. O aşka düşmez, daha ziyade aşka gelir, ve bu ikisi ayrı şeylerdir: aşka düşmekteki pasif ve edilgen hal Nazan Öncel’e yabancıdır, aşka gelmekse bir iddianın, bir kudretin tezahürüdür. Özne kendinden taviz vermeden, kendini silip yok etmeden sevmenin faili olmayı gözüne kestirmiştir: Öncel’in daha ilk işlerinde geçen, dengeli bir ironi eşliğinde dillendirilen “yüzde elli sevebilirim” dizesi Cemal Süreya’nın “ne günah işlediysek yarı yarıya” dizesini de yedeğine alarak mağduriyet yahut kurban söylemlerinden çıkışı garantiler. Bir sonraki aşka doğru yüzde ellilik bir kayıpla da olsa yeniden sevebilmenin, devam edebilmenin potansiyeli hep oradadır. Bir önceki aşkın tahribatı –karşılıklı suç ve günahları– belki fazladır, ama “yeni bir ben” yaratmak, “çoğalıp çok olmak” da her durumda kişinin kendi elindedir. Nazan Öncel’de aşk darlaşma, kendi içine kapanıp ufalma değil, aksine dışa açılma, dünyada çoğalma itkisidir. Bu itki aşkta kurban pozisyonunu olduğu kadar türlü kölelik, uyum ve biat çizgilerini de devre dışı bırakır. Lacan’ın aşk bahsinde gönül rahatlığıyla altına imza atacağı şu dize mesela: “değişip sen olsam da / sana hep ters gelebilirim.” Dişil erotizm mutlak bir dönüşüm ihtimaline karşı bile kendini hep muhafaza eder: aşktaki “bir” olma, kaynaşma ve erime metafiziğine karşı “hep ters gelebilirim” hakikatiyle göğüs gerilir; bu libidinal enerji de benliği, daha doğrusu kişiliği ayakta tutar, bununla birlikte, buradaki mesafe arzusu, bu kendilik ısrarı da “özerklik duygusunun” şanındadır.  

Çoğalma dürtüsünden, ters gelme ihtimallerinden ürkmeye gerek yok: Nazan Öncel’in öznesi sevdiyse bağlar kurmuş demektir, türlü ahlaki ve toplumsal zorluklara birlikte karşı çıkılacaktır. Yine tıpkı Süreya’da olduğu gibi Öncel’de de aşk yasa dışıdır, çerçevelere, hazır şablon ve duygulanımlara sığmaz, dahası meşruiyetini sadece kendinden alır, sözgelimi dile düşmek gerekiyorsa o da kabuldür: “dillere düşeceğiz seninle / ille de biz düşecek.” Dile düşmekteki korku ve kaygılar zarifçe savuşturulur, infiale kapılmaya gerek yoktur; aşkın mekânı daraldıysa, kamu cehennemi soluk aldırmıyorsa trenlerin ve otobüslerin yanı sıra, “gemiler” de vardır: “bir gemi alacak bizi buralardan / bir daha dönmeyecek.” Malum Orhan Veli şiirinin öznesi giden geminin ardından bakakalır ve uzaklara açılmaya, kaçışa yönelik ütopik dürtü de kendi üzerine kapanır. Nazan Öncel’in seven kişisiyse dönüp geriye bakmayacak kadar cesurdur, atlar o gemiye; Marx’ın mecazlarını uyarlayarak söylemek gerekirse bu gözü peklik de kaybedecek hiçbir şeyi olmadığından değil, kazanacağı yahut yeniden kuracağı bir dünya olduğundadır.  Bu başka, firar edilmiş dünyada –yine özerklik duygusunun motifleriyle- “uzak ya da yakın oluruz bazen / ah ne fark edecek…” Orada ya da burada olmak sevgiye halel getirmeyecektir: “tuz kadar severiz biz hani / buna kim son verecek?” Son verme edimi bir yana, “tuz” imgesini galiba Nazan Öncel dışında hiçbir şair sevgiye bu ölçüde, tam kıvamında, tat ve lezzet dışında yanmanın ve yakılmanın olası çağrışımlarıyla dahil etmemiştir…

***

Yanma ve yakma: Ayrılıklar da sevdaya içkindir tabii. İroninin geri çekilip yerini Turgut Uyar’ın lafıyla bir “çılgın hüzne” ve lirizme bıraktığı parçalarında Nazan Öncel başka bir veçhesini daha görünür kılar: erotizmin melankoliyle teması. “Bir ben miyim bu kadar az” türünden sorular da bu eşiklerde uç verir, özne kendini hırpalar, ama yeniden toparlayacaktır zira çoğalma ve artış çizgisi azalma çizgisine daima galebe çalar: çelimsiz bir mazoşizm değil, azalışa neden olan durumların püskürtülmesi söz konusudur. Yer yer hiddetlense de hınçlı bir melankoli görülmez Öncel’de. Kaldı ki, seven özne sanki kavuşmayı değil de ayrı düşmeyi daha en baştan arzulamış gibidir: sevilenin gidişi, kalabalıklara karışması, bakışın menzilinden çıkması… Baudealaire’in “son bakışta aşk” terkibi Nazan Öncel için de geçerlidir. Gidişe, geri dönmemeye mührünü basan o son bakış içe kazınacak, tam o esnada bir kez daha ama çaresizce aşka gelinecek, hatırlanma dışında herhangi bir talepte bulunulmayarak bağra taş basılacaktır: “sen bir yerlerde / ben bir şehirde / akşam olunca / beni hatırla.” Sevilenin payına sarsa sarsa gitmek sevenin payına ise kalmak düşüyordur: o şimdi bir yerlerde, belirsiz bir noktadadır, ama seven özne şehirdedir. Sevginin üzerineyse akşam çöküyordur, hüzünlü bir hiddetle “ben akşamları sevmem / akşamlar sorun yaratır / ben konuşmayı da sevmem / gidişler hep o gidiştir” denilerek sızı yatıştırılmaya çalışılsa da nafiledir. Özne yine şehirde kalmıştır, şehre kapanmıştır. Tatlı ama keskin bir acıyla bir başınadır.

Bununla birlikte, Nazan Öncel aşk tahayyülünde pastoral imajların yanı sıra, ev mefhumuna da neredeyse hiç yer vermez. Bir “yatak” imgesi sıkça görünür: “yatağıma gireceksin” ya da “bizi yatak paklar” dizelerinde olduğu gibi ama o yatak “ben de bir melek değilim / bugün canım sevişmek ister” dizesindeki arzunun basit bir eşyasıdır, kanepeyle derhal yer değiştirebilir.  Nitekim odası olmayan bu yatak imgesi bahçe, mutfak yahut balkona doğru genişlemez, zira sonu evle, dört duvarla noktalanacak bir aşk yatırımındansa sokakta kalmak evladır. Öte yandan, sokak kızının aşk nesnesi gidişiyle hüzünler bırakan kişi değil de sanki şehrin tamamıdır, şehir biraz da o gittiği için güzeldir, katlanılırdır: “Gitme kal bu şehirde” derken bile aslında içten içe git diyor, beni şehirle baş başa bırak demek istiyor gibidir. Özne kendine itiraf edemese de esasında şehre âşıktır, vurulmuştur. Orada kaybedileni başka suretler, başka aşklar dahilinde aramak ya da beklemek değil, yeniden bulmak çok daha belirleyicidir. Şehrin muhtelif mıntıkalarının dökümünü yapmasının yanı sıra, Nazan Öncel’in işlerindeki aşk ve kent denklemini sunması açısından da kayda değerdir şu sözler: 

“Eski fotoğrafları, radyoları, dikiş makinelerini, makinist odalarını (sinemaların), daktiloları, eski İstanbul’u, eski damalı taksileri, eski Vosvos’ları, kış denizlerini, iyot kokusunu, takaların motor seslerini, deniz fenerlerini, balıkçıları, sabahçı kahvelerini, hazan yapraklarını, parkları, pansiyonları, trenleri, tren istasyonlarını, garları, pastaneleri, sokak adlarını, sokak lambalarını, içinde kitap olan odaları, gazeteleri, çiçekli kahve fincanlarını, ev ekmeğini, peyniri, limonatayı, düğün salonlarını, boş sokakları, yağmurlu günleri, güneşe uzanmayı, gece sohbetlerini, konu komşuyu, sahaf dükkânlarını, öğretmenleri, şarapçıları, serserileri, arzuhalcileri, çatı odalarını, roman kahramanlarını, çizgi romanları, karikatürleri, tiyatro ve sinema salonlarını, kartpostalları, ıslık sesini, sessizliği, renkleri ve sabahlamayı seviyorum.”[1]

İstasyonlar, garlar, tiyatro salonları, sabahçı kahveleri: o biteviye çoğalan, kendinden taşan sevginin ve aşkın mekânları, nesneleri… Serserilerin kraliçesi, arzuhalcilerin bi tanesi Nazan Öncel sokaklarda kaybeder, cebinde bulur da bana mısın demez…

Ona sevgi, hürmet ve şükranla…


[1] Nazan Öncel, kendi sitesindeki “Sokak Kızı Yazıyor” başlıklı bölümden. https://www.nazanoncel.net/SKY/SokakKizi.html. Yazıdaki kimi biyografik ifadeleri de bu sitedeki parçalardan aldım. Öncel’in düzyazıları da şarkı sözleri kadar leziz. Yayıncı iştahını gemlemek zor: Keşke biraz daha fazla yazsa, o yazılar birikip tasniflenip bir kitaba dönüşse ya da birileri gidip onunla konuşsa ve çocukluğunu, gençliğini, göçmenliğini, aşklarını, albümlerini, kısacası hikâyesini dinleyip kayda alsa...