Sol Siyaset Vicdan Siyasetidir (3)
Erdoğan Özmen

Aradığımız şeyler çoğu zaman tam gözümüzün önünde değil midir? Benzer biçimde en mahrem, en anlaşılmaz, en tuhaf görünen özelliklerimiz, esrarengiz bilinçdışı oluşumlarımız en sıradan ilişki ve pratiklerimizde cisimleşmiş halde değil midir? Gayretkeşliğimiz ve aşırı çabamızla şeylerin mevcut düzenini iyice karmaşıklaştırıyor, içinden çıkılmaz hale getiriyoruz belki de. O fazla enerji ve haddinden fazla çaba, uzaklarda aramak ve oyalanmak hedeflediğimiz şeyleri ıskalamamıza, sollayıp geçmemize sebep olabiliyor. Gereksiz yorgunluklar kalıyor geride. Büyük atılım ve projelerin peşindeyken burnumuzun ucunu görmeyebiliyoruz.

Solun, solcuların eylemlerinde en meşru ve haklı talep ve çağrılarını daima bağırarak, hep daha yüksek sesle ifade etme ihtiyacı duyması belki de bu türden, fazla/aşırı bir şey ve oldukça temsil edici bir örnek. Sesi kısılanların, konuşmaktan men edilenlerin kendi seslerini bulmaya ve duyurmaya çalışmasıyla ilgili belki bu. Ama, sanki daha fazla bir şey var burada: Başkalarına kendi ideallerini, kendi amaçlarını, kendi inançlarını dayatmaya çalışmakla ilgili bir şey. Bu durumda gerçek hayatta olan biten şeyleri, gerçek/somut insanların dert ve meşguliyetlerini merak etmemiz gerekmiyor. Böylece, herşeyin net ve kesin bir biçimde tanımlanmasıyla, yeni olasılıklara, ortak sorular ve arayışlara, bunun için heyecan verici buluşmalara, buluşma davetlerine hiç yer kalmıyor. Birbirimize karşı hiçbir üstünlük ve ayrıcalık taşımadığımızı, aynı hak, sorumluluk ve imkanlara sahip olduğumuzu tanıyan ve kayıt altına alan bir sözleşmenin daha başlangıçta iptal edilmesi demek bu. Eşit ve kolektif biçimde davranmayı en baştan reddetmek demek. Hayal gücünü, ortak hayaller kurmayı, yaratıcı arayışları değersiz kılmak, üstelik bir de boğucu ve sıkıcı olmak demek. Kendi fikirlerimize, tezlerimize, sloganlarımıza ilişkin sarsılmaz inanç ve bağlılığın, başkalarının motivasyon, heves, beklenti ve arayışlarına yönelik her türlü merak ve ilgiyi boğduğu ve onları işitilmez kıldığı yapı ve örgütlerde nasıl bir ortaklık ruhu, nasıl farklı bir gelecek/dünya tahayyülü mümkün olur ki?  Ortak bir gelecek hayali ve arzusu için, farklı deneyimleri eşdeğer gören, hiçbir peşin hüküm taşımaksızın tümünü can kulağıyla dinleyen ve ortaklaştıran, aydınlanma ve hikmeti o deneyimlerden kolektif bir biçimde öğrenmekle bir ve aynı sayan bir ruh ikliminin yaratılması değil midir asıl olan?

***

Bedenin içinden ve dışarıda kaynaklanan onca baskı ve aşırılık karşısında/koşullarında kendimize bir iç dünya yaratmaya çalışırken, iç dünyamızı var eden yapıları oluştururken; demek, belki de en çaresiz ve güçsüz haldeyken hayatının en önemli ve güç vazifesini üstlenmek zorunda olmak gibi muazzam bir açmazdır insanın karşısındaki. Hayatın ilk yıllarında maruz kaldığı ve tahammül etmesi gereken hiçbir şeye esasında gücü ve kapasitesi yetmeyen, onca karmaşa, yetersizlik, düzensizlik ve parçalanma deneyimini kat etmek zorunda olan insan yavrusunun yegane şansı ötekilerin varlığı, orada bulunuşu, ulaşılabilir olması, özeni, dikkati, şefkatidir. Onların sevgisi, sıcaklığı, sözcükleri, uzattıkları el, sarıp sarmalayan kucaklarıdır. Bu eşsiz cömertlik ve adanmışlık sayesinde içimizde biriken uyarımı, dağınık ve kaotik libidinal ekonomimizi düzenlemenin ve kontrol etmenin yol ve yordamlarını öğreniriz. Güç kazanır, insana inanmanın ve umut etmenin ilk alıştırmalarını pratik ederiz. Bedendeki gerilim ve kasılmaları bambaşka bir düzleme taşıyarak genel bir anlam üretme sürecinin malzemesine/parçasına dönüştürmenin, eşzamanlı olarak bu kapasite ve beceriyi oluşturmaya girişmenin eşsiz hikayesidir bu. 

En temelde o iyiliğe şükranla karşılık verme, teşekkür etme, ilk borcu ödeme, demek etkileri asıl anlamına giderek kavuşacak ilk minnettarlık jestinden başka bir şey değildir vicdan. İlk sorumluluktur.   Ötekini kendinin beslendiği/doyurulduğu gibi besleme/doyurma, sevildiği gibi sevme, yatıştırıldığı gibi yatıştırma arzusundan kaynaklanan ve mütemadiyen açılarak genişleyen ruhsal yapı ve yatkınlıktır. Ötekinin muhtaçlığını, mahrumiyetini ve eksikliğini fark etmekle gelişmeye başlayan ve demek ki arzulayan bir varlık olarak zuhur etmenin, arzunun da itici kuvveti olan ruhsal faildir. Kökensel acizliğimizi ve yetersizliğimizi, çeşitli duygu durumlarımızı aynalayarak temsil alanına taşıyan ve tahammül edilebilir kılan ötekini/anneyi aynalamaya çalışmaktan, demek bir karşılıklılık ve ortaklık ilişkisi arayışından, pasif konumdan çıkarak aktif olmanın imkanlarını yaratma çabasından köken alır vicdan. Ötekini ilk kez kendi ötekiliği içinde tanımanın, ötekine uzanmanın ve temas etmenin, kendi dikkatini, bakışını ve sevgisini ötekine hediye etmenin ilk momentidir bu. Başkası için tasalanmanın, ona şefkatle el uzatmanın ilk belirişidir. Bu, bir ilişki ağı/matrisi içinde ortaya çıkan ilk özneleşme pratiği, özneleşme sürecinin başlangıcıdır.