Ya… Ya da
Ömer Laçiner

Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılının başlangıç koşullarının en belirleyici olanları ile ilk yüzyılınkileri karşılaştırdığımızda gayet dikkat çekici bir simetri ve haliyle benzerlikler görmemiz ilginçtir. Bu çapta bir kıyaslamada ihmal edilebilir farklılıklar bir yana bırakıldığında, genel görünümün, bir fotoğrafla negatifini karşılaştırmayı andırdığı pekâlâ söylenebilir.

Şöyle ki; her iki başlangıç koşullarında da siyasal cepheler ve her cephenin başat gücü aynıdır. Kabaca “modernist” ve “İslâmcı” diye tanımlanan bu cephelerin başat güçleri değişmemiştir ama 1923 başlangıcındaki hegemonya simetrisi 2023’te tersine dönmüştür.

Hegemonyanın tesisinde de ters simetri büyük ölçüde geçerlidir. 1923’teki modernist hegemonya sayısal üstünlüğün değil, siyasal ve niteliksel üstünlüğün sonucudur. 1923'te “kurtuluş savaşı” zaferiyle taçlanmış modernist cephe, aynı zamanda bu savaş döneminde kendisine silahla karşı çıkan ve çoğu İslâmi argümanlara yaslanan hareketleri yenilgiye uğratarak –bir bakıma iç savaşın da galibi olarak– bu konuma eriştiği için; rakibi olan “İslâmcı” ağırlıklı cephe karşısında büyük bir moral üstünlüğe de sahiptir.

Bu durumun tersine döndüğü ikinci yüzyılın başlangıç koşullarında ise hegemonik konumda olan “İslâmcı” ağırlıklı cephedir. Art arda kazandığı seçim başarıları ile kanıtladığı sayısal güç sayesinde siyasal ve moral bir üstünlük de elde etmiştir. Buna o zamana kadar modernist cenahın kalesi, sığınağı sayılan orduya diz çöktürerek, onu kendine tâbi kılmasının edindirdiği prestij ve karşıtlarına yaşattığı yenilmişlik duygusu da eklenmelidir.

İlk ve ikinci yüzyıl başlangıç koşulları dünya konjonktürü açısından bakıldığında da önemli ölçüde benzerdir. İlkinde, galip de mağlup da çıkmış olsalar, I. Dünya Savaşı’nda çok büyük zayiatlar vererek güç kaybetmiş, yorulmuş ve yapısal sarsıntılar geçirmekte olan emperyalist devletlerin hegemonyasındaki dünyada artık Sovyetler Birliği’nin şahsında bir diğer alternatif daha vardır. Bu hegemonya çatlağı, her zaman jeo-stratejik önemi çok büyük olan Türkiye’ye bir hareket serbestliği sağladığı gibi, dış müdahale ve tehdit ihtimallerini azaltan, en azından bunlardaki “ihtiyat payı”nı çoğaltan bir faktör olmuştur. O yıllar Türkiye’sinin uluslararası düzeyde sahip sayıldığı ve yararlandığı saygınlığın bir nedeni bu ise de; asıl etken devletin kendi içinde tutarlı bir dış politika izliyor oluşudur. 

İkinci yüzyıl başlarken de Türkiye’ye bir hareket serbestliği sağlayan ve dış müdahalelerde “ihtiyat payı”nı arttıran bir hegemonya çatlağı, daha derin ve yaygın biçimde söz konusudur. Ama bu durumda Türkiye’nin jeo-stratejik önemine denk bir saygınlığa sahip olduğu asla söylenemez. Devleti kendi mantığında pelteleştirmiş “İslâmcı” hegemonyanın kaypak, “at pazarlığı”na pek teşne, ne dostluğu ne de düşmanlığı ciddiye alınamaz dış politikası ile Türkiye, uluslararası “arena”da “kiralık” etiketiyle geziyor gibi konumlanmıştır denilebilir.

Fakat, hem 1923’te hem 2023’te hegemonik olan kadroların zamanlarının siyasal zihniyetinde güçlenen eğilim ve özellikleri taşıdıkları ya da bunlara kolayca hatta hevesle uyarlandıkları bilhassa belirtilmelidir. Ancak bu uyarlanmanın, taşıdıkları genelleyici –İslâmcı, modernist– sıfatlarla ciddi çelişkileri olan özellik ve eğilimlerle olduğunu da gözden kaçırmadan.

Şöyle ki; örneğin 1923’ün Kemalist/Atatürkçü kadroları modernist sıfatını taşımakla birlikte, bu zihniyet tarzının iki ana mecrasına (sosyalizm ve liberalizme) karşı ciddi çekinceleri hatta karşıtlıkları olan bir düşünce yapısı içindedirler. Bu çekince ve karşıtlık modern siyasal zihniyetin kökeninde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini kabul etmemeye kadar varır. Bu nedenlerle de o yılların Kemalist icraat ve literatüründe, o sıralar “yükseliş” halinde olan Nazizm, faşizm gibi akımların tez ve uygulamalarının izi belirgindir. O akımların modernizm karşıtlıklarını şedit bir milliyetçilikle harmanlanmış otoriter-totaliter bir toplum düzeniyle ifade eden yaklaşımlarını imrendirici bulan birçok beyanat ve üst düzey Kemalist kadro vardır.

2023’ün “İslâmcı” egemenlerinin ideolojik-siyasal yaklaşımları da genel hatlarıyla neredeyse tıpatıp aynıdır. 19. yüzyılın ortalarında kurulan ve odağında İslâm’ı –“yeniden”– önceki egemen konumuna getirme ideali olan İslâmcı paradigma, onun içinde şekillenen bütün akım, hareket ve iktidar tecrübelerinin, daha 21. yüzyıla girilemeden sadece pörsük sonuçlara varabilmeleri üzerine zaten çökmüştü. Petrol gibi yeraltı kaynaklarının zenginliği dışında sanayi, bilim, teknoloji, sanat ve kültür alanında dişe dokunur pek az gelişmenin olabildiği milyarlık Müslüman halklar dünyasının bu hazin manzarası karşısında, pek çok kalburüstü İslâmcı düşünür daha 1990’larda siyasal İslâmcılığın kesin yenilgisini esefle dile getirmiş, itiraz eden, ciddiye alınır karşı argümanlar ileri süren de pek olmamıştı.[1]

Dolayısıyla AKP ve blokunun İslâmcı bir siyasal ideoloji dahilinde hareket ettikleri esasen söylenemez. Zaten çökmüş, enkaz haline gelmiş bu ideolojinin birtakım parçalarına işe yararlılıkları ölçüsünde iktidar programında yer verilebilir, veriliyor da elbette. Ama bunları ve diğer sağdan soldan alınan parçaları bir araya getiren mantık, İslâmi olanı da bizzat İslâmcılığı da herhangi bir meta, ürün gibi, piyasa değeri üzerinden ele alan neoliberal yaklaşımdır. Onun, her şey gibi, siyaseti de ticaretten esasta farksız sayan temel fikrini örneğin Erdoğan defalarca ifade ettiği gibi, izlediği siyasetin her başlığında pek çok örneğini de sergilemiştir. Vaktiyle İslâmi referanslar vererek, hatta nasslara dayandırarak savunduklarının tam tersine davranışa geçtiğinde tevil etmeye bile tenezzül etmemesi, onun İslâmcılığı ne derekede ciddiye aldığını gösterdiği gibi; bu tersine dönüşlere ses bile çıkaramayan destekçi kitlesinin ne kadar İslâmcı sayılabileceğini de gösterir. Bu bakımdan AKP’yi sadece neoliberalizmin Türkiye koşullarında şekillenmiş bir biçimi olarak tanımlayabiliriz. Neoliberalizmin güya komünist alternatifinin bertaraf olması ertesindeki zafer sarhoşluğunda estirdiği rüzgârı demokrasi ve insan hakları ile süslediği zamanlarda şekillenmiş ve tam da bu evrede iktidar olmuş AKP, bütün iktidar yılları boyunca yelkenlerini dolduranın bu rüzgâr olduğunun bilinciyle davranmıştır. Nitekim o rüzgâr yön değiştirip ırkçı-milliyetçi “hassasiyetler”i dürtükleyen akımlara güç kazandıran bir rotaya girdiğinde AKP de dümenini o yöne kırmıştır.

Bütün bu olgulara rağmen, AKP’nin başat özelliğinin, kimlik ve politikalarını yönlendiren düşünüş tarzının İslâmcılık olduğunda ısrar etmek masum bir yanılgı değildir. Çünkü AKP’nin İslâmcı olduğu vurgusu, Türkiye bağlamında, ona karşı tavır alışın Atatürkçü modernlik çizgisinde olması gerektiği tezinin dolayımlı ifadesidir. Tarihsel planda birbirlerinin antitezi olarak teşekkül eden, yani karşıtı yok olduğunda kendisi de var olamayan bu iki akım karşılıklı olarak birbirlerinin var olduğunu onaylamaya, kanıtlamaya mecburdurlar. Bu onaylama ve kanıtlamayı topluma kabul ettirebildikleri ölçüde, yüzyılı aşkındır siyasal düşünüş dünyamızı belirleyen iki kutup olma konum ve işlevini sürdüreceklerdir çünkü.

AKP açısından en az iki yönlü bir faydası vardır bunun. Birincisi karşıtının, sözüyle olmasa bile, “özü itibariyle” Atatürkçü modern olduğu iddiasını sürdürmek, karşıt(lar)ını Türkiye ahalisinin en az %70’inde farklı derecelerde mevcut –diyelim– alerji ile kuşatarak sayısal üstünlük şansını çoğaltma hesabıdır. İkincisi ise, aslında olmadığı İslâmcı sıfatından çok uzaklaştığını açıklama ve hesap verme zahmetinden kurtulmanın yanısıra, İslâmcılığın değil ama din, inanış olarak İslâm’ın bu ülke halkı üzerindeki köklü etkisini kendi hesabına kullanabilme imkânıdır. Bu öyle bir imkândır ki Erdoğan –AKP– iktidarı “nassın gereği” dediği bir uygulamayı terk edip tersini yaptığında bile sorgulanmıyor. 

AKP’nin İslâmcılığını vurgulamakta ısrar eden ve dolayısıyla ona karşı duruşun zemini olarak Atatürkçülüğü gösterenlerin ise yegane amacı, endişesi konumlarını koruyabilmektir. AKP'li cenaha karşı muhalefetin, ona alternatif oluşturmanın odağı ve belirleyici gücü olarak Atatürkçülüğün, neredeyse yüzyıldır çoğunluk olmanın eşiğine bile ulaşamaması ve asla ulaşamayacağının gereğinden fazla kanıtı olmasına rağmen hâlâ ona tutunmak, bir potansiyel tükenişinin ve çaresizliğin dışavurumudur.

Sonuç olarak; AKP hegemonyası, dini, dinci siyasetin işlevsel argüman ve araçlarını sırf kitlesel desteğini manipüle etmek için kullanan ve bunu mutlaka saldırgan bir milliyetçiliğe yedirerek yapan tipik bir neoliberalizm türevidir. Onun ve 21. yüzyıla girdiğimizden beri birçok ülkede devletleşmeye varacak kadar güçlenen neoliberal –popülist, otoriter– iktidarların bu konuma gelebilmelerinin yolunu döşeyen de o ülkelerin kendi özgül koşullarında şekillenmiş –“klasik” – merkez sağ ve merkez sol partilerdir. Bunlar 1980’lerden başlayarak, neoliberalizmin bayraklaştırdığı “ideolojiler, rejimler, insani-ahlâki sorun ve kaygılar teferruattır, aslolan piyasadır, onun –ekonomik– mantığıdır ve her şey bir piyasa konusu olarak ele alınabilir, alınmalıdır da” doktrinini tedricen benimseyerek yolu açtılar. Fazla zorlandıkları da söylenemez. Temelde zaten temsil ettikleri sınıf veya toplulukların ekonomik çıkar güdülerine seslenen bu partilerin, neoliberalizmin insanları “müşteri”, programları meta/ürün, toplumu genel piyasa gibi ele almalarını telkin eden mantığına geçişleri için bir adım daha atmaları yeterliydi çünkü. Angaje sayıldıkları ideolojilerin empoze ettiği tutarlılık kaygısından ve ahlaki yükümlülüklerden sıyrılma “avantajı” da cabası.

Ne var ki bu geçişin bildik merkez sağ ve sol partileri iç çürümeye ve çöküşe sürüklediği çok geçmeden görüldü. 2000’li yıllara kadar demokrasi ve insan hakları bahsinde mutabık bu partilerde temsil edilen neoliberalizm eksenli programların, adeta kesintisiz dalgalar halinde gelen endüstriyel devrimlerin doğrudan veya dolaylı sonuçlarıyla varoluşsal endişelere kapılan giderek artan sayıda insana söyleyecek sözünün olmadığı anlaşılmıştı çünkü. O insanların arayışına en kestirme cevap, neoliberal mantığı demokrasi, insan hakları gibi “ayak bağlarından kurtaran” saldırgan –ve haliyle popülist– milliyetçilikler tarafından verildi. Konuyla ilgili diğer yazılarda da özellikle işaret ettiğimiz gibi, milliyetçiliğin bu “başarı”sı, onun düşünmeyi gerektirmeyen, hatta onu iptal eden bir dille insanın herhangi bir organizma olarak sahip olduğu doğal güdü, ihtiyaç ve endişelere seslenmesi ile çok büyük ölçüde doğrudan ilişkilidir. Bu seslerin, neoliberalizmin “kaybetmek zayıfların kaderidir, kazanmak başlı başına amaçtır ve kazanmak için başvurulan hemen her yol meşrudur” diye en kısadan özetlenebilecek mantığı ile tamamen örtüştüğü de ortadadır.

Bu bakımdan AKP-MHP simbiyozunu bir tür koalisyon olarak değil, bu toplumu salt insani özellik, ihtiyaç ve değerlerine yabancılaşmış bir sürüye dönüştürecek neoliberal zihniyet alaşımının iç içe iki kaynağı olarak görmek birincil koşuldur.

O halde, bu zihniyet ve onun epey mesafe almış hegemonyasına muhalefetin ve gerçek bir alternatif ortaya koyabilmenin olmazsa olmaz koşulu; o hegemonyanın körüklediği doğal güdü ve endişelerin, sürü psikolojisinin tam karşıtını, yani bizi gerçekten insan kılan, ayırt ediciliğimizi sağlayan yetenek ve niteliklerimizi geliştirmeye, salt insana özgü –dayanışma, merhamet, özveri gibi– değerleri canlandırmaya adanmış bir toplumsal hareketin yaratılmasıdır.

Ya bu olacaktır, ya da uçurum/cehennem az ilerimizdedir.

***

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve ikinci yüzyıllarının başlangıç koşulları arasındaki tersine simetriden ve dikkate değer benzerliklerden bahisle başlayan bu yazıyı, değindiklerimizle eşdeğerde bir diğer simetriye/benzerliğe de dikkat çekerek bitirelim.

Kürtler ve Kürt sorununun Cumhuriyet’in ilk yüzyılı başlarken de ikinci yüzyıla girilirken de siyaset sahnesindeki konumlandırılışları neredeyse farksız. İlkinde “sahne”nin egemeni Atatürkçülük, onları –İslâmcı, yani “gerici”– muhalefetin etkin bir bileşeni sayıyor, muhalefet ise bu “suçlama”yı reddetmeye çabalıyordu. İkincisinde de şema aynıdır. Ama bu kez muktedirler “İslâmcı” etiketli, Kürt siyasetiyle bir ittifak ilişkimiz asla yok ve olamaz da diye çırpınan ise Atatürkçü ağırlıklı muhalefet.

Fazla söze gerek yok. Türkiye’de siyaset sahnesinin üzerine kurulduğu sütunların en fazla ağırlık taşıyanı, iktidar-muhalefet tahterevallisinin sabitleyici aksı bu reddedişlerdir. Bunun ibretlik bir kanıtına yakınlarda tanık olduk. Görevini hakkıyla yapan medya kuruluşlarındaki gazeteci ve yazarların dehşet verici, vicdan sızlatıcı hikâyesini anlattıkları olay ve dava süreçlerini hatırlatan Sezgin Tanrıkulu’na reva görülen muameleden bahsediyoruz elbette. 

İktidar ve ordu sözcüleri, bu hatırlatmayı yapmakla Tanrıkulu’nun “kahraman ordumuzun şerefine leke sürdüğü”nü iddia etti ve bütün resmî muhalefet de bu iddiayı desteklemek için adeta yarıştı. Bu iddianın mantığına göre; bir kısım ordu mensubunun sadece şüphelendikleri bir yurttaş grubunu helikopterden atıp öldürmesi, bu vahşeti soruşturma konusu bile yapmaması, başkalarının çabalarıyla bu katliamın yargıya taşınabilmesi ve sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin mahkûm edilmesi, ama isimleri belli ordu mensuplarına bu katliamın failleri olarak hiçbir cezanın verilmemesi ordunun sahiplendiği “kahraman” ve “şerefli” sıfatına gölge bile düşürmüyor; ama bu safahatın hatırlatılması bile “leke sürme” cürmü oluyor!

 

Bizim asla anlayamayacağımız, mümkün olabildiği kadar bizden ırak olmasını dileyeceğimiz bir kahramanlık ve şeref söz konusu herhalde … de değil, kesinlikle.


[1] Bahse değer itiraz sadece El Kaide, IŞİD ve bunların türevi hareketlerden geldi. Bunların ise özgüvenli, iyimser bir idealin başvuracağı pozitif bir enerji kesinlikle değil, derin, umarsız bir haset ve aşağılık kompleksinin tetiklediği vahşet güdüsünden, nefret duygusundan beslenen tümüyle negatif bir enerjiyi kullanabildikleri kadar kullanıp hiç de uzun olmayacak bir sürede silinip gidecekleri bellidir.