Homo Psikolojikus (2)
Erdoğan Özmen

Eğer bilinmeyen gerçekliğe daha da yaklaşmış olan bir şeyle değiştirebileceğimiz durumda olduğumuzu hissedersek kavramsal yapı iskelemizi terk etmeye daima hazır olmak zorundayız. [1]

Karşıt düşünceler her zaman birbiriyle sıkıca bağlantılıdır ve sıklıkla öyle bir biçimde eşleşir ki, bir düşünce aşırı yoğun bir biçimde bilinçliyken karşıtı bastırılmış ve bilinçdışıdır.[2]

Bu türden bir normal ego, genel olarak normallik gibi, ideal bir kurgudur… Her normal insan, gerçekte, yalnızca ortalama olarak normaldir.[3] 

Günümüzün en güçlü, etkili ve sinsi buyruğu, “kendi benliğini kusursuz ve yüce bir sanat eseri olarak tekrar tekrar yeniden biçimlendirme ve yaratmaya, mütemadiyen bu baskı altında, bu baskıyı hissederek yaşamaya çalışmalısın”, gibi bir şey değil mi?     

“Disipline edici rejim Deleuze’e göre “beden” gibi organize olmuştur. Biyopolitik bir rejimdir. Neoliberal rejimse “ruh” gibi davranır. Hükümet biçimi psikopolitikadır. “Sorgulanamaz bir çekişmeyi, sağaltıcı rekabet ve mükemmel bir motivasyon olarak sürekli yayar.” Motivasyon, proje, rekabet, optimizasyon ve insiyatif neoliberal rejimin psikopolitik tahakküm tekniklerine dahildir.”[4]

Başka herkesi rakibimiz olarak görmeye teşvik edildiğimiz, kıyasıya rekabet, başarı ve daha fazla performans için programlandığımız bir rejim bu. Zihinsel ve ruhsal kapasitelerimizi aralıksız olarak ve ideal ölçülere göre artırmaya, her daim enerjik, tetikte olmaya çağrıldığımız bir rejim. Nasıl olmamız, neler yapmamız gerektiğine dair sürekli yer değiştiren ideolojik/psikolojik talimat ve emirlerle, varoluşa dair öneri reçetelerle kuşatıldığımız ve sersemletildiğimiz bir rejim. Toplumsal öznelliğimizi inşa eden akışkan bir temsiller/tasarımlar sistemi olan ve bu inşayı öznelerin bilinçdışı libidinal yatırımlarını düzenleyen ve koşullayan müşterek pratikler içine kaydolarak gerçekleştiren bir ideoloji bu. Günümüz psikopatoloji endüstrisini, psikolojik terörü işleten ve onun tarafından aktüalize edilen psikoloji/psikiyatri ideolojisi. Her toplumsal ve bireysel durum ve olay bir de psikolojik versiyonuyla, psikolojiye tercüme edilerek, psikolojik dolayımıyla ele alınmazsa geride temel bir eksikliğin kalacağı inancı hep bizimle artık. İdeal bir insanlık imgesi yaratan ve o imge zaviyesinden bakarak hepimizi normal/anormal kategorilerin içine yerleştiren, o imgeye yakınlık ve uzaklığımıza göre yargılayan, ruh sağlığı profesyonellerinin gönüllü taşıyıcılığını yaptığı bir ideoloji bu. Otantik benlikler hakkında, narsisistik, borderline bireyler hakkında, mutluluk ve başarı formülleri hakkında, toksik bireyler hakkında, çocuk yetiştirme ve partner seçiminin yordamları hakkında, sağlıklı cinsellikler hakkında, kendini kabullenme ve kendine şefkat gösterme hakkında mütemadiyen konuşan, ahkam kesen… Bu genel atmosfer içinde, her bir grup ve bireyin kendini normal/ideal/üstün, öteki grup ve bireyleri anormal/yetersiz/aşağı olarak görmesi ve ayırması, mevcut toplumsal sistemi meşrulaştıran, dahası onu totaliter uca doğru büken bir jest olarak kaçınılmazdır artık.

Günümüzde ruh sağlığı profesyonellerinin, kendi benlik imge, ölçü ve standartlarını ya da ideal olarak saydıkları kişilik özelliklerini esas alarak psikoterapiyi bir tür eğitim/öğretim faaliyeti olarak görmeleri tam da bu dönemin ruhunu yansıtmıyor mu? Rasyonel bir çerçevede bilişsel kusur ve hatalı davranışların listelendiği, sınıflandırıldığı ve gösterildiği bir etkinlik olarak yani?

Bakışımızı yalnızca kendimize, kendi başarısızlık, yetersizlik ve kusurlarımıza çevirmemizin telkin ve emredildiği bu dönemin en yaygın duygusunun utanç olmasına şaşırmamalıyız demek ki. İnsan kendiyle tam bir örtüşme halinde bulunduğu, dolayısıyla geri kalan herşeye karşı tam bir kayıtsızlık ve aldırmazlık içinde ve sadece kendi için olduğunda ortaya çıkan şeydir utanç, kendine böylesine zincirlenmiş ve batmışken.

Zamanımızın en önemli bahsi insan hakkında, insan üzerine bahistir. Ne olduğumuz ve ne olacağımız hakkındadır. Hangi insanlık ve insan kavramlarına, hangi insaniyet zeminlerine yaslanacağımız hakkındadır. Nereye kadar gerileyeceğimiz ve nerede ısrar edip direneceğimiz hakkındadır. İnsanın kendi öznelliğine sahip çıkması, onu kucaklaması, yeni bir insan kavramı temelinde, bir kolektifin ve “biz”in parçası olarak kendini yeniden tanımlaması ve ihya etmesi en önemli direniş hattıdır bugün. Kendi öznelliğini ve öznel tarihini önemli bir çıpa ve referans olarak muhafaza etmesidir. Direniş ve mücadele, psikanalizin önerdiği ve varsaydığı üzere, kendini daima bir oluş süreci içinde/halinde, hem ileriye doğru umut ve hayal eden, bekleyen hem de geriye doğru inşa eden bir varlık olarak kavramakta, haysiyetli varoluşunu burada temellendirmektedir. Kendinin ancak bir anlam alanında ortaya çıkabileceği bilgisi ve içgörüsüyle aralıksız bir anlam üretme faaliyetinin içinde olmakta, ve hem de bu üretimi daima verili anlamsızlığa rağmen mümkün kılan bilinçli/bilinçdışı işleyişleri tanıyarak yapmaktadır. Bugün en temel saldırı insanlık haysiyetinedir. Psikanalitik teori biraz da buradaki direniş ve savunma içindir. Mevcut psikoloji teröründen ve psikopatoloji endüstrisinin kuşatmasından kurtulmak için.


[1] Freud, SE V, s. 610.

[2] Freud, SE VII, s. 55.

[3] Freud, SE XIII, s. 235.

[4] Byung-Chul Han, Psikopolitika, Çev. Haluk Barışcan, Metis, 2019, s. 28.