Kolektif Şiddet ve Çoklu Eşitlik Siyaseti
Cuma Çiçek

Şiddet meselesi onca tartışmaya rağmen toplumsal araştırmaların sınırlarını ve kapsamını belirlemekte hâlâ zorlandığı bir alan. Bununla birlikte, Türkiye’de son yıllarda ekonomik ve siyasi alanda yaşanan dramatik dönüşümlerle birlikte sınırları ve kapsamı muğlak olsa da farklı ve çoklu şiddet biçimleri artmış, geniş kesimleri etkisi altına almış durumda.

Şiddetin Çoklu Yüzü

Çatışma çözümü ve barış inşası çalışmalarında öne çıkan isimlerden biri olan Johan Galtung’un kavram setine başvurduğumuzda Türkiye’de son yıllarda yapısal şiddetin ve kültürel/sembolik şiddetin arttığını, bu durumun bedensel, mental ve ruhsal yaralara sebep olan doğrudan/fiziki şiddet riskini göz ardı edilemeyecek düzeyde büyüttüğünü iddia edebiliriz. Bu anlamda Türkiye büyük bir risk toplumuna dönüşmüş durumda.

Galtung yapısal şiddetle esas olarak ekonomik sömürüye ve politik baskıya işaret ediyor. Toplumsal ilişkilere gömülü olan bu şiddet türü esasında topluluklar, dini ve sosyal gruplar arasında eşitsizlik yaratan düzenlemelerden kaynaklanır. Nüfuz etme, katmanlaştırma, ayrıştırma ve marjinalleştirme gibi mekanizmalarla işler ve yeniden üretilir.

Kültürel/sembolik şiddet doğrudan ve yapısal şiddeti meşrulaştırmayı ifade eder. Bu anlamda diğer iki şiddet biçimini mümkün kılar. İdeoloji, din, sanat, bilim, hukuk, medya, dil gibi farklı alanlar ve araçlarla işler. Yapısal ve doğrudan şiddet çok daha görünürken kültürel/sembolik şiddet bu düzeyde görünür değildir.[1]

Burada bir parantez açarak bu üç tür şiddet biçimi arasında bir hiyerarşinin olduğunu ileri sürebiliriz. Bir piramide benzetirsek şiddetin geniş zeminini kültürel/sembolik şiddet, ikinci katmanını yapısal şiddet, üçüncü katmanını ise doğrudan/fiziki şiddet oluşturur.

Türkiye’de barışı en çok Kürt çatışması bağlamında konuştuk, konuşuyoruz. Ortak iyilik hali olarak “pozitif barış” bir yana, siyaset ile sivil toplum aktörlerinin birçok alandaki çoklu çabalarına rağmen doğrudan/fiziki şiddetin yokluğu anlamında “negatif barış” sağlanamadı. Kürt alanındaki doğrudan/fiziki şiddet bugün büyük oranda sınır-ötesine taşınmış durumda. Bununla birlikte, bugün Türkiye genelinde “negatif barışı” kaybetmek üzereyiz.

Galtung ekonomik ve politik şiddet olarak iki temel yüzü olan yapısal şiddeti, kültürel/sembolik şiddeti ve doğrudan/fiziki şiddeti şekillendiren toplumsal yapının merkezine gücü/iktidarı koyar. Buradan bakıldığında Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız siyasi ve iktisadi krizin esasında gücün/iktidarın yeniden kurulumunun yansımaları olduğu söylenebilir.  

Hukuk, Şiddet ve Egemenlik

Toplumsal alanda yaşananları anlamak için ilişkisel şiddet biçimleri, negatif barış, pozitif barış gibi yol gösterici kavram setlerini bize kazandıran Galtun’un yanı sıra, başvurabileceğimiz bir diğer önemli isim Walter Benjamin olabilir.

En son Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasında cereyan ediyor gibi görünen ancak esasında gücün/iktidarın yeniden kurulumu sorununa dayanan dönüşümleri anlamak için Benjamin’in güç/iktidar, hukuk ve şiddeti bir arada düşünmeyi mümkün kılan kavramlarına başvurabiliriz.

Egemenliği istisna halini belirleme gücü olarak tanımlayan Carl Schmitt’e bir tür cevap veren Benjamin, egemenliğin merkezine şiddeti koyar ve iki tür şiddet tanımlar: “Hukuku kuran şiddet” ve “hukuku koruyan şiddet”. İlerleme anlayışının radikal eleştirisini yapan Benjamin’e göre bir döngü olarak işleyen bu yapı “yıkıntılar” üzerinde yükselir. “Devrimler” bile yıkıntıya doğru giden tarih trenini arada bir durduran “imdat freni” gibidir. Benjamin bizi ilerlemeye karşı mesafe almaya ve genel hikâyeyi, merkezin hikayesini çeperden, çevreden okumaya ve merkezin üstünde yükseldiği “yıkıntılara” odaklanmaya çağırır.

Toplumsal altüst oluş dönemlerinde farklı yüzleriyle şiddet “hukuku kurarken”, görece istikrar dönemlerinde “şiddet” kurulmuş olan hukuku korur. Türkiye gibi toplumsal çatışmaların yoğun olduğu ülkelerde ise bu iki şiddet biçimi iç içe geçer, bazen de ikili ya da çoklu yapılar inşa eder.

Türkiye’nin birçok yıkıntı alanı var. Bu yıkıntı alanlarının en büyüklerinden birini ise Kürt alanı oluşturur. Son yıllarda olan bitenler ikili hukuk ya da ikili yönetim sisteminden tekli hukuk ya da tekli yönetim sistemine geçiş olarak değerlendirilebilir. Kürt alanında uygulanan ve “istisnai hale” dayanan egemenlik biçimi ölçek genişletip ülkeye hâkim hale geldi, geliyor. Kürt alanındaki yüzyıllık “istisnai hal deneyimi” sadece bugünkü “genel halin” yolunun taşlarını döşemedi, aynı zamanda biriktirdiği bilgi ve tecrübeyle, inşa ettiği yapı ve mekanizmalarla, bireysel ve kurumsal aktörlerle ve en önemlisi siyasi ve toplumsal kültürle bugünü mümkün kıldı, kılıyor.

No justice, no peace!

Amerika’daki siyahi hareketin 1980’li yıllarda geliştirdiği “no justice, no peace!” yani “adalet yoksa barış yok” sloganı yapmamız gerekenleri iyi özetliyor aslında. Bu anlamda yeniye dönük arayışları büyütürken farklı zaman ve mekanların deneyimine bakmakta her zaman fayda var.

Bu deneyimle Galtung’un kavram seti arasında bir köprü kurup adalet ve barış meselesini detaylandıralım. Galtung’a göre, bugün ihtiyacımız olan negatif barıştan öteye pozitif barış. Şiddet gibi barışın da üç hali var: Yapısal, kültürel/sembolik ve doğrudan barış.

En önemlisi yapısal pozitif barış. Yapısal pozitif barış, politik baskının yerine özgürlüğü, ekonomik sömürünün yerine eşitliği koymayı gerektirir. Bunu, nüfuz etme yerine diyalogu, katmanlaştırma yerine entegrasyonu, ayrıştırma yerine dayanışmayı ve marjinalleştirme yerine katılımı koyarak güçlendirmeyi önerir. Altı kilit kavram: özgürlük, eşitlik, diyalog, entegrasyon, dayanışma ve katılım.

Yapısal pozitif barışla birlikte kültürel/sembolik pozitif barışa ihtiyacımız var. Bunun için de bir barış kültürü inşa ederek, dinde, hukukta ve ideolojide; dilde, sanatta ve bilimde, okulda, üniversitede ve medyada şiddetin meşruiyeti yerine barışın meşruiyetini geliştirmemiz gerekir.

Yapısal ve kültürel/sembolik barışı sağlayabildiğimiz ölçüde doğrudan/fiziki barışı sağlayabilir; kendinin ve ötekinin bedenine, aklına ve ruhuna dönük iyiliği hâkim kılabiliriz.

Çoklu Eşitlik Siyaseti

Kuşkusuz yapısal, kültürel/sembolik ve doğrudan/fiziki barış büyük bir toplumsal mücadeleyi gerektiriyor. Üstelik muhalefet sokağına hâkim olan acilcilik yerine uzun vadeli ufku kaybetmeden, ama sabırla, adım adım toplumsal hayatı yeniden inşa etmeyi zorunlu kılıyor.

Burada çoklu eşitlik siyaseti iyi bir başlangıç noktası olabilir. Eşitliği ekonomik alana indiremeyen, bununla birlikte ekonomik eşitliğin ağırlığını göz ardı etmeyen, ekonomik eşitliği sosyal, kültürel, idari, siyasi ve çevresel dinamiklerle birlikte gören bir yaklaşım yol açabilir.

Bu noktada Türkiye’de etnik/ulusal eşitsizliğe itirazın ana odak noktası olan ve Türklük Sözleşmesi yerine yeni bir toplumsal sözleşme talebini yükselten Diyarbakır’ı örnek olarak inceleyebiliriz. Önceki yazıda detaylı tartıştığım üzere Diyarbakır, Türkiye’deki bölgesel eşitsizliğin yarattığı yıkıntıların en fazla biriktiği kentlerden biri. Türkiye’nin 30 büyükşehrinden biri olan Diyarbakır sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi bakımından 81 il içerisinde 68. sırada yer alıyor.

Öte yandan aşağıdaki haritada detaylarını göreceğiniz üzere Diyarbakır kendi içinde büyük eşitsizlikler barındırıyor. Bu eşitsizliği tek başına şehir merkezinde gözlemlemek mümkün. Sur, Suriçi ve eski Bağlar semtlerinde yoksulluk ve yoksunluk sokağa taşarken, “yeni Diyarbakır” olarak tanımlanan 75 Bulvarı, Silvan Yolu gibi bölgelerde “dışarıdan gelenleri” şaşırtan bir tüketim var.

Harita 1. SEGE-2022 İlçe Araştırması: Diyarbakır[2]

İlçeler bazında bakıldığında 17 ilçeden Kayapınar ve Yenişehir 2. kademe, Sur ve Bağlar 3. kademe gelişmiş ilçeler içerisinde yer alıyor. Şehir merkezini oluşturan bu dört ilçenin dışında, Ergani, Bismis ve Silvan 5. kademe, kalan on ilçe ise 6. kademe gelişmiş ilçeler içerisinde yer alıyor.  Şehrin sosyo-ekonomik bakımdan en varlıklı semti olan Kayapınar 973 ilçe içerisinde 150. sırada bulunurken, en yoksul ilçeleri Hazro 970. sırada, Hani 965. sırada, Çınar 962. sırada yer alıyor.

Kuşkusuz Diyarbakır sadece bir örnek. Diğer Kürt şehirlerinde durum daha vahim. Ama bununla birlikte eşitsizlik farklı boyutlarda da olsa Türkiye’nin tüm şehirlerine, tüm mahallelerine hâkim.

Örneğin İstanbul’un 39 ilçesinin 29’u 1. kademe gelişmiş ilçeler içerisinde kalırken 10 ilçesi 2. kademe gelişmiş ilçeler içerisinde yer alıyor. Türkiye sermayesinin yoğunlaştığı şehir en gelişmiş 10 ilçenin 7’sine ev sahipliği yapıyor. En az gelişmiş ilçesi olan Sultanbeyli 183. sırada yer alırken Şişli 1. sırada yer alıyor.    

Buna karşın, 973 ilçe içerisinde Ankara’nın Çankaya ilçesi 2. sırada yer alırken, 5. kademe gelişmiş ilçelerden biri olan Bala ilçesi 725. sırada bulunuyor. İzmir’in en gelişmiş ilçesi Konak 11. sıradayken 5. kademe gelişmiş ilçeler arasında bulunan Kiraz ilçesi 715. sırada yer alıyor.

Türkiye’de kimlik, yaşam tarzı, sığınmacılar, din/mezhep, toplumsal cinsiyet gibi toplumsal fay hatlarına dönüşen farklılıklar üzerinden işleyen ve yeniden üretilen çatışmaların çözümü ve toplumsal barışın inşası bir yandan tüm bu meseleleri ilişkilendiren bütüncül bir bakış açısını, bir yandan da tüm bu meselelerin merkezine kaynak bölüşümünü koymayı gerektiriyor.

Bir yanda ekonomik krizin büyük bir sermaye transferine dönüştüğü ve büyük bir yoksullaşma getirdiği, öte yanda yeni anayasa tartışmalarıyla dışa vurulan yeni hukuk kurma arayışlarının yoğunlaştığı bugünlerde yeni bir hukuku tahayyül edebildiğimiz ve bu tahayyül etrafında müşterekler inşa edebildiğimiz ölçüde yol alacağız.


[1] Kültürel/sembolik şiddetin görünmezliği ve yaygınlığı, toplumsal ilişkilere sirayet etme biçimleri konusunda daha detaylı bir okuma yapmak isteyenler Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’ne başvurabilir. Zira, Ünlü, söz konusu kitabında kültürel/sembolik şiddetin etnik/ulusal ve dini/mezhepsel bağlamda nasıl inşa edildiği ve nasıl işlediği konusunda mükemmel bir örnek sunuyor.

[2] SEGE-2022 İlçe Araştırması verileri internet ortamında erişime açıktır. Bkz. Kalkınma Ajansları Gen. Müd. | T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı