Neandria: İmam, Taşra, Umut
Tanıl Bora

Uğur Vardan, Reha Erdem’in Neandria’sını yorumlarken, sinemadaki “imam karakterleri galerisi”nden söz etti geçende. Onur Ünlü’nün İtirazım Var’ında Serkan Keskin’in, Tolga Karaçelik’in Kelebekler’inde Hakan Karsak’ın, Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı’nda Akın Aksu ve Öner Erkan’ın hayat verdiği imam karakterlerine, Neandria’da Ahmet Rıfat Şungar’ın canlandırdığı imam eklenmişti.[1]

***

Neandria’nın imamı, bir sahte-imam olmasıyla ötekilerden ayrılıyor. Yeni imamın tayinini bekleyen köylülerin imam zannettiği, kendisi de onları bozmadan imamlık ediveren bir… bir mecnun.

Bedenleşmiş pankart gibi, hikmetli söz gezdiriyor. Dünya da yansa, birinin hafifçe ayağı da burkulsa, aynı sükûnetle o hadis kılıklı bir vecize söylüyor. Bazen, taş ocağının yol açacağı ekolojik felâketle ilgili uyarırken, tam yerine isabet eden (“Dünyanın orasını burasını kurcalamak hayırlı değildir”) bir kelam. Çok zaman müphem, bazen münasebetsizliğin sınırlarını zorlayan bir iri söz. Reha Erdem’in Ankara’da filmle ilgili söyleşisinde dediği üzere, “doğru söz” söylüyor gibi görünüyor – çünkü pek iyi, pek güzel söz - ama acaba doğru mu söylüyor, emin olamıyorsunuz - çünkü pek pek iyi, pek güzel söz.

Çocuklar, -tek tek ve ‘kategori’ olarak filmin kahramanları-, alay ediyorlar bu hikemiyatla. Dünyaya isyanını rap’le dışavuran Mako: “Her şeye bi cevap, amına koyyım!” diye patlıyor bir noktada. Yine Reha Erdem’in fikrince, “doğru söyleyenden, lâftan bıkma”nın ifadesi bu.

Sanki, imamın sahteliğine tepkinin de ifadesi. Sahte-imam olmasından kaynaklanan sahteliğine değil, -bunu bilmiyorlar zaten-, bizatihi onlara bünyevi bir sahtelik gibi görülen imamlık performansına tepkinin...

***

Sahte-imamımızın kendi görev tanımı, şöyle: “Benim bildiğim imam, insanların günahlarını tespit eden kişi değil, insanların, insanlar ve insan olmayan varlıklar karşısındaki kusurlarını yok etmeye çalışan kişidir.”

İnsan olmayan varlıklara hassasiyet, imamın filmle, Neandria’yla asgari müştereği, ortak meselesidir. Kamera film boyu hayvanatı, otları, börtü böceği, ille taşları seyre dalarken; sahte-imam da, en sahih ‘mesajlarını’ bu minvalde veriyor. “Dünya mukaddestir,” diyor.  En uzun repliklerinden biri, bu minvaldedir: “İnsanla toprak arasındaki o güzelim derin irtibat kayboldu! İnsan kâinattaki maddi her şeyi bünyesinde barındırır, bütün hepsini kapsar, ama onlardan çok daha fazlasıdır... Toprak da öyle, kendi bileşenlerinden fazla bir şeydir. Toprağın üstüne diz çöküp duasını eden, ona yüz koyan, ona eğilip tohum veren, taşını ayıran, sonunda onun bağrına yatan insan toprağın bundan çok daha fazla bir şey olduğunu bilir, bilmeli ve bunu unutmamalı... Ve yine unutmamalı ki, yüce Allah, dünyayı yaratmaya devam ediyor, onun işini bozmayın!”

Sahte-imamımızın dünyaya bakışında, vahdet-i vücutçuluktan vahdet-i mevcutçuluğa doğru salınan bir ruh gezinir. Tanrının doğada tezahürü ile, doğanın tanrılığı arasında salınan; her halükârda canlı-cansız bütün varlıklarda ilâhîlik gören bir bakış... Panteizmin izleri…

Sahte-imamımız, bu meyliyle, bu esintisiyle, kurumsal diyanet nazarında da sahtedir; “sapkın” sınıfındandır.

***

Şu “yüce Allah, dünyayı yaratmaya devam ediyor” sözü, Ernst Bloch’un “Bitmemiş-Olmanın, Bitmemenin Ontolojisi” kavramını hatırlatıyor. Dünyanın, toplumun, insanın kemale ermediğine inanmak, daha-iyisinin, başka-türlü-bir-şey’in imkanının açıklığına inanmak, varlığın temel bilgisidir, ona göre.

Ernst Bloch bunu, Hıristiyanlıktaki Ateizm kitabında söylüyordu.[2] Kitabın alt başlığına koyduğu şiar, şudur: “Ancak bir ateist iyi bir Hıristiyan olabilir, elbette keza ancak bir Hıristiyan iyi bir ateist olabilir.” Bu paradoks, Bloch’un aforizma değeri kazanan sözlerindendir. “İman, inkârla başlar”ın ateistçesi de diyebiliriz bu şiâra! Bloch, dinin ‘kastettiği’ manevî yücelmenin, aşkınlaşmanın, alabildiğine dünyevî bir dünya aşkıyla mümkün olabileceğini düşünüyor, buna inanıyor; ateizmin kendi kaderini eline almaya azmetmiş İnsan’ının da, o kaderi halihazır fizikînin-maddînin ötesine açacak bir tür ‘ilâhiyata’ ihtiyacı olduğunu düşünüyor, buna inanıyordu.[3]

Neandria’nın sahte-imamı, ancak bir sahte-imama nasip olabilecek imametiyle, Bloch’un ilâhiyatına göz kırpar gibidir.

***

Ernst Bloch’u sinema koltuğuna oturttuğumuza göre, Neandria’ya onun gözünden bakmaya devam edelim.

Reha Erdem, filmin İstanbul’daki galasında “Olmayacak şeyleri hayal etme gücünü bulmamız gerekiyor,” diyerek, zaten bilmeden Bloch’a selam vermiş. Bloch’a umut filozofu namını kazandıran temel ütopya kavramlarını hatırlatıyor zira: Henüz-Bilincinde-Olunmayan, Henüz-Varolmayan… Bloch, henüz bir formülasyona kavuşmamış, bir davaya bağlanmamış, sözünü bulamamış olsa bile, dünyanın şu halinden duyulan memnuniyetsizliğin kuytularında, başka-türlü-bir-şey’e duyulan soyut ve müphem özlemde, bazısına isyan bile denemeyecek bir itiraz seğirmesinde, rutinden kopularak başka bir havaya girilen anlık bir neşede, bir potansiyelin, bir kuvvenin soluk aldığını düşünür. Ütopyacı bilinç, işte o soluğu duyar, hatta kulak kesilir ona.

Hatta bazen, korkuda bile duyulur o ütopyacı soluk… Filmin başoyuncusu Suna (Deniz İlhan), “Korkmaktan yoruldum,” diyor ya bir yerde… O yorgunlukla, hayatında bir değişiklik, bir umut gözü açıyor. Umudun, korkunun ötesine baktırma, korkuyu aşma, korkudan çıkarma işlevi vardır.[4] Sahte-imamımız olsa, “müminin korku ile ümit (havf ve recâ) arasında” varolduğunu söylerdi…

Neandria da, memlekette son zamanlarda yapılan güçlü filmlerin birçoğu gibi, taşrada geçiyor. Taşranın muhafazakârlığının, tekinsizliğinin, darlığının, kasavetinin farkında olmak bakımından, o filmlerden eksiği yoktur. Onlardan farklı olarak, bir tuhaf neş’esi var; Ali Murat Ergül, “neşeli bir taşra sıkıntısı,” diyor.[5] Dahası, taşraya –Bloch’la beraber izlemeye devam ediyoruz- bir ütopik umut huzmesi düşürüyor.[6] Filmin kolektif kahramanı olduğunu söylediğimiz çocuklar/gençler’in ‘sözcülerinden’ Suna’nın sadece büyük itirazında –sınıf atlama ihtimalini vaat eden atletizm yarışçılığını bırakmasında– değil, bakışlarında yansıyan bir ütopik huzme… Veya, youtuberlığa soyunan Filiz’in (Ayşegül Kopartan – o, sahiden çocuk) hiçbir şey olmayan hayatlarında bir şeylerin olmasına kapan kurmasındaki ütopik huzme…

Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üzerine’sinin sonunda Samet’in (Deniz Celiloğlu), her ihtimale karşı, umut kapısını sımsıkı kapatıp anahtarı kuyuya atan söylevini düşününce hele (“kendi içine batmış binbir aksiliğin yaşandığı bu coğrafyada hayatta kalırsan yine de, sararıp kuruyup gideceksin sonunda”), insana iyi geliyor.


[1] Uğur’un (ve futbol sayfasında adaşının) yazıları olmasa, Hürriyet’e kim niye baksın?! 16 Mart 2024 Hürriyet, Genciz, Güzeliz, İsyan Ederiz

[2] Hıristiyanlıktaki Ateizm. Çev. Veysel Atayman. Ayrıntı Yayınları, 2013.

[3] Bu konuda meraklısı için: Tanıl Bora: “Ernst Bloch’ta Sosyalizm, Metafizik, Din ve Ateizm: ‘Başka Bir Anlamda Sofu’,” Kazım Özdoğan ve Derviş Aydın Akkoç, Sol İlahiyat, Birikim Yayınları, 2015 (2. Baskı), s. 171-192.

[4] Frances Day: “Sıfır-noktası: Hiçliğin karanlık boşluğuyla karşılaşma,” Derleyenler: Peter Thompson-Slavoj Žižek : Umudun Mahremleştirilmesi Ernst Bloch ve Ütopyanın Geleceği, çev. Çağata Özyürek-Mustafa Yalçınkaya. Ayrıntı Yayınları, 2021, s. 245-246.

[5] Gerçi, o filme pek de bayılmamış. Neandria: Neşeli bir Taşra Sıkıntısı

[6] Emin Alper’in Kurak Günler’inde ütopik huzmeyi, distopik ışıldağı gözümüzü kamaştırırken ayırt etmesi zordur: final sahnesinde kahramanlarımızı mucizevi bir şekilde öte yanına geçip kurtulmasını sağlayan obruk, bütün hayatı tehdit eden felâketin kaynağıdır.