Adına “modernleşme” diyelim, isterseniz “Batılılaşma” demeye devam edelim, bunun anlattığı süreç kolay tarafından gerçekleştirilecek bir olay değil. Bir toplum, yıllardan, yüzyıllardan beri yapmaya alıştığı şeyleri (yani “her şeyi”) yapmamaya davet ediliyor. Dolayısıyla, tanıdığı, bildiği dünyayı terkedip tanımadığı, bilmediği bir dünyada yaşamak zorunda kalıyor. Dile kolay!
Ancak, toplumlar canları öyle istediği için bu sürece girmiyorlar. Onlara bunu yapmayı seçtiren güçlü (karşı konulamaz kadar “güçlü”) nedenler var. Onun için, ellerinde başka çare olmaksızın işe girişiyorlar — giriştiler. Herkes “batılı” olmanın, hiç değilse “batılı gibi” olmanın yolunu öğrenirken batılıların kendileri bile işin dışında kalamadılar. Sözün kısası, son kertede “Sanayi Devrimi” diye tanıdığımız büyük değişimin dışında kalmayı başarabilen olmadı.
Olmadı da, bu uğurda bizim kadar zorlanan da olmadı. İşte bugünkü Türkiye’nin durumu… Bizim tarihimizde bu olay ya da bu süreç 18. yüzyılın ilk çeyreğinde (“Lale Devri” dediğimiz aşama) başlar ve bugüne kadar devam eder.
Bu iş niçin bazı toplumlara (bizde olduğu gibi) çok zor gelmiştir?
Bu, sanırım işe girişen toplumun yapısına, geçmişine ve geleneklerine ve şüphesiz “emel”lerine göre değerlendirilmesi gereken bir durum. Şöyle bir baktığımızda, bu olay başlamadan önce kendini “dünyanın efendileri” olarak görmeye alışmış —ya da böyle olmaya güçlü bir isteği olan— toplumların başlarına gelen bu yeni ve beklenmedik olaya ayak uydurmakta en çok güçlük çekenler olduğunu görüyoruz. Osmanlı örneğinin bu kalıba oturduğunu söylemek mümkün. Bir imparatorluktan söz ediyoruz. Bir zamanlar Osmanlı imparatorluğunun parçalarının yaşadığı geniş alanda otuzun üstünde yeni devlet kurulmuş! Bunu kaybetmek kolay sindirilir bir şey değil. Ama zorunlu. Ne demek bu? Bizi “biz” yapan her şeyden vazgeçeceğiz.
Bizi “biz” yapan etmen, her şeyden önce İslamiyet’ti. Dolayısıyla “Değişmek zorundayız; değişeceğiz” kararına en güçlü muhalefet din kurumundan (ve en ciddi toplumsal ideolojiden) geldi. Vaka-i Hayriye’nin iki yüzüncü yıldönümüne geldik sayılır. Genel durumda değişen bir şey yok.
Ya da şöyle bir şey var: Sürecin başından beri modernleşmeci kesim iktidardaydı, “muhafazakarlar” muhalefetteydi; şimdi onlar iktidardalar ve bu pek alışık olmadığımız bir durum.
İlginç olan bir şey, bunca yıldan beri, beğense de beğenmese de Batı’nın belirlediği ölçüler çerçevesi içinde yaşamış kesimlerin bu muhafazakarları da kapsıyor olması. Modernleşmenin açtığı her türlü “avantaj”dan kendi payını kendi değerlerine uydurarak almak isteyen bir muhafazakar kesimimiz var ve “bugün” iktidar olanlar da onlar.
“Hayat” demek “değişim” demektir. Bundan hoşnut olsak da, olmasak da, böyle olduğunu biliyoruz. Din, genellikle değişmeyecek değerleri savunurken kendisi de değişime uğrar. Örneğin yaşanan somut tarihten habersiz olarak bugünkü yapılanmalarıyla Katolik ve Protestan inançlarını incelesek ikisinin aynı din olmadığı sonucuna varabilirdik. Çünkü bunlar iki farklı aşamada hayata verilmiş farklı cevaplardır. Dolayısıyla da iki farklı din olarak görülebilirler.
Türkiye’de din kurumunun kabul etmekte en fazla ayak direteceği “yenilik” laikliktir. Çünkü İslamiyet özellikle “anti-laik” ilkelere dayanan bir dindir, laiklikle mücadele etmiştir. Kemalizm hem kendine göre bir dindarlık, hem de Müslümanlığın bir arada yaşanabileceği bir toplumsal düzenin mümkün olduğunu savunagelmiş, ama bugünkü durumdan da anlaşıldığı gibi toplumun tamamını bu düşünceye ikna etmeyi başaramamıştır.
Müslüman dünyanın genel olarak tuttuğu yol da laikliğe karşıdır. Dünyada gördüğümüz İslamcı siyasi hareketler hepsi bu tavırda ısrarlıdır. Aynı zamanda, laiklik dışında kalan çeşitli alanlarda “modernizm”le diyaloga ve özellikle tartışmaya açıktır. Türkiye’de de durum farklı değil.
“Zamana uymak” ya da “zamanı kendine uydurmaya çalışmak”. Bu yolların ikincisini izleyerek başarıya ulaşmış olmanın bir örneği yok — ulaşmaya çalışmanın çok örneği olsa da. 2002 yılında İslamcı çizgi kendini iktidarda buldu. Bu aşamada siyasi önder birinci yolda sabırla çalışmanın getireceği yararı düşünebilirdi. Ama öyle yapmadı. Devlet Bahçeli’nin uzattığı eli tercih etti. Muhafazakarlığın muhafazakar yorumunu benimsemenin görece rahat çizgisine yerleşti.
Bu kararın sonuçları ne olacak, ne olabilir? Tayyip Erdoğan iktidarı toplumdan “olur” almaya devam eder mi? Toplumun iki temel kesimi arasında savaş çıkar mı? Kazanan tercih hangisi olur?
Erdoğan’ın iktidarı sürmeyebilir. Hatta bunun bu koşullarda gerçekleşmeye daha yakın olduğunu düşünüyorum. Ama böyle bir sonuç da bu iktidarın özenle ektiği düşmanlık tohumlarının etkisini yok etmeye ya da hatta azaltmaya yetecek mi? Bundan emin değilim. Muhalefet bu konuda doğru tavır alarak politikasını ciddi bir barışı kurmak üzerine davranıyor.
Zor tabii, ama “mümkün değil” diyemem.