Niye Konuşuyorlar? (I)
Meral Akbaş

Bir alıntı bu yazıya yol gösterecek: “Geçmişin geri dönüşü her zaman kurtarıcı bir hatırlama ânı değildir, bugünün baş göstermesi, bugünün yakalanmasıdır”.* Geçmiş zamanı bugüne döndüren eğer iktidar ise, diline dolamışsa geçmişi, konuşuyor konuşturuyor ve hatta ağlıyorsa gerideki devlet zulmüne, öldürdüğüne, eziyet ettiğine, durup da soruyor insan: Niye konuşuyor bunlar? Sonra bu soruya başka bir soru daha ekleniyor: Nasıl konuşuyorlar; nerede durarak duraklayarak, neyi susarak ve hiç hatırlatmayarak, seçip ayıklanan hangi anıları ısrarla anlatarak?

Rejimin sözünü geriye/geçmişe döndürmesi kendisi için bir zorunluluktur aslında. Artık eski/miş olanı keşfedecek, tarifleyecek, geçmişe gidecek ve işte orada alt edebileceği ya da sahiplenebileceği belli tarihsel uğraklar bulacak; ne olduğunu/olacağını ve ne olmadığını/olmayacağını bu tarihsel göndermelerle işaret edecek; sorumluluğundan tamamen kurtulacağı ve hatta kendisini de mağdur ilan edeceği olayları bulup açıklayacaktır. Resmî tarih yapma/yazma anlayışının sürdürüldüğü ve ama yeni Türkiye’nin başladığı yer!  

Başbakan Davutoğlu yakın bir zamanda Mamak Askeri Cezaevi hakkında konuştu:

“Mamak'ta, bu hapishanede yaşanan çileler aslında yine eski Türkiye’yi temsil ediyordu. Bu hapishanede öylesine ayırımcılıklar yapıldı ki, öylesine zulümler yapıldı ki, AK Parti özgürlükleri genişleterek, demokratik alanı genişleterek hapishaneler diyarından bir özgürlük semti çıkardı...”

Yeni devlet geleneklerinden şiir okumayı ihmal etmediğini başbakanın, art arda Kemal Burkay’ın ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun şiirlerini okuduğunu da belirtmeli! Aman ha, haksızlık olmasın! Mamak’ta yaşanan her şey, üstelik cezaevi orada öyle dururken, tüm yaşananlar henüz anlatılmamışken, işkencelerden sorumlu olanlar, işkenceciler hesap vermemişken, eskide, eski Türkiye’de bırakılıveriyor. Geçmişin aşıldığına dair bir güvenirlik yaratılması ve “normal”e dönüldüğünün işaretinin verilebilmesi için, bir kısım olağanüstülüğün aşıldığı söyleniyor. Nasıl oluyor anlatılmıyor ama “hapishaneler diyarı” Mamak artık bir “özgürlük semti”! Kendi tabiriyle “sağdan soldan nice insanlar”ın şiirleri de okunduğunda ortada hiçbir sorun kalmıyor zaten! Ama iktidar demek, kısa bir konuşmada bile tutarlı olmaya dair tüm çabaların açık vermesi demek biraz da: “Bizim anlayışımızda zalimin de mazlumun da ideolojisi, siyaseti, dini, mezhebi, etnik ayrımı yoktur.” Davutoğlu’nun anlattığı “Mamak hikâyesi”ne göre eleştirdiği rejim de bu konuda eşitlikçi değil miymiş peki?!! “Sağdan soldan nice insanlar”ı cezalandırmak bahsinde yani?!! Ah!! Demek böyle bir şey eleştiriyor gibiyken, nasıl da gönülden bağlı olduğunu söyleyivermek!

Ana-akım medyada 12 Eylül üzerine ısrarlı bir biçimde röportajlar yayınlandığı dönemde Hüsnü Arkan’la yapılan ama yayınlanmayan röportajda sorulan sorulardan birisi:

“80 döneminde hem sağ hem sol büyük zarara uğradı. Ancak gelinen son noktada sol anlayış askeri iktidarı destekler/savunur bir dil kullanıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?”

Bu soru, Davutoğlu’nun “sağdan soldan”ına karışıyor; sağ ve sol eşitleniyor, deneyimler birleştiriliyor, birbirinden farksızlaştırılıyor ve dolayısıyla basitleştirilip sıradanlaştırılıyor. Bu sebeple, bugün ve yeniden bakınca, mevcut iktidarın bir dönem ısrarlı bir biçimde 12 Eylül üzerine konuşması, rejimin kontrolü dışında zaten varolan bir karşı-kamusallığın daha da güçlenen ve görünürleşen bir anlatma, paylaşma ve hesap sorma alanına dönmesinin kesintiye uğratılması olarak değerlendirilebilir. Rejim 12 Eylül üzerine konuşarak bir “alan” açmamaktadır aslında; bir aralığı kapatmaya/sınırlamaya uğraşmaktadır. Beatriz Sarlo’nun dediği gibiyse eğer, “… anılar ısrarcı[ysa]… egemen… ve… kontrol dışı[ysa]”** anlatılanların bu ısrarcı ve kontrol dışı akışına ket vurulmasına, bazı anlatı biçimleri ve vurgularda sabitlenmesine ihtiyaç duyulacaktır. Gerçekten de, önce var olan klişeler yeniden canlandırılmıştır; kim demiş ki hem, eskiden azadedir yeni?

Herkesin canı yanmıştır; kardeş, kardeşi vurmuştur. Evet işte, bu herkes olan herkes kimdir? Herkesten bahsedilirken, sözüne başvurulan kim olmuştur?

Ali Bulaç’ın 12 Eylül üzerine konuşmaya başladığında kendisine yardımı dokunan [Bulaç’ın ifadesiyle] “ülkücü” bir polisi hatırlaması tesadüf mü?:

“Kemikkıran adında bir polis vardı, ülkücü. Sıra ondaydı, elinde bir sopa, tuvaletten gelenleri kovalıyor... Ben çıktım, kollarımı sıvadım, abdest alacağım dedim... ‘Bak’ dedi, ‘Şu şeyin arkasına geç, orada karanlık loş bir yer var, hücrelerin arkasında, orada bisküvi kutuları var, git kıl’. Ben, 60 rekat kıldığımı zannediyorum, kaza-maza. Sonra bir inilti duydum, tabi aradan biraz zaman geçince karanlıkta nesneleri seçiyorsun. Bir baktım genç bir kadın, duvarın dibinde ağlıyor ve ızdırap çekiyor. Ne oldu bacım, dedim, ‘Abi, ben bir ihtimalle düşük yapıyorum, kanamam var’ dedi. Suçun ne? dedim, ‘Benim beyim solcuymuş onu arıyorlar, sen yerini biliyorsun diye bana işkence yapıyorlar’. Ben hemen gittim Kemikkıran’a, bunu al dedim. Bilmem ne komünistin şeyi filan gibi çok ağır hakaretler etti. Dedim, bak sen Müslümansın, ya orda başka bir can var, iki candır, hem kendisinin suçu yok, beyinden dolayı getirmişsiniz. İkincisi bebeği var, düşük yapıyor... ‘Peki, hoca’ dedi, telefon açtı, alıp götürdüler...”

Hatırlanan an, dönemin en mağduru olarak kodlanan bir kadının iki erkeğin el ele vermesiyle kurtarılmasına dair. İki kahraman var ortada: Bir dindar ve bir ülkücü polis… Dönemin bilindik karşı-tarafları dışında başkaları: Mağdur olan dindarlar, dindarların yardım ettiği “suçsuzlar”, “tabi dini şey olunca” imana gelen/getirilen işkenceci polisler...

Ama değişmeyen de bir şey: “... Mamak Cezaevi’nde ‘işkence’ emirlerini veren kişi olduğu iddia edilen cezaevi müdürü Raci Tetik...”

İşte o [tek] tırnak işareti!

Bazen gerçek, bir gazete haberindeki tırnak işaretinin içinde, bir “iddia edilen” ifadesinin arkasında önünde... orada bir yerde... tüm kesinliğiyle!***

 

* Beatriz Sarlo, Geçmiş Zaman: Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma, s. 9.

** A.g.e., s. 9.  

*** Bu yazının, “... kandırıldığımıza inanıyorum” diyen ve hâlâ kendini “bir lütuf” olarak görmekten çekinmeyen bir adamın ne/niye/nasıl konuştuğu üzerine bir devamı olacak.