Zorunlu Osmanlıca, Seçmeli Kürtçe ve Egemenlik Meselesi
Cuma Çiçek

Antalya'da yapılan 19. Milli Eğitim Şurası'nda Osmanlıcanın imam hatip ve sosyal bilimler liselerinde zorunlu, diğer liselerde ise seçmeli ders olarak okutulması yönünde tavsiye kararı alındı. Şura’da alınan kararlar Milli Eğitim Bakanlığı açısından tavsiye karar niteliği taşıyor. Bununla birlikte, eğitim sisteminde köklü bir değişikliğin önünü açan 4+4+4 sisteminin de ilk önce şurada alındığı hatırlanırsa, bu kararın tavsiye ile sınırlı kalmayacağı öngörülebilir. Ötesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 5. Din Şurası'nda sarf ettiği “isteselerde istemeselerde bu ülkede Osmanlıca öğretilecek” sözleri bu “tavsiyenin” pek de müzakereye açık olmadığını gösteriyor.

Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte uygulanan dil politikaları ve geçmişin reddi ve geçmişle kurulan bağların keskin bir şekilde koparılmasıyla Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmesinin sorunlu olduğu açık. Bu anlamda yeni kuşakların Osmanlı dönemine ait bilgi dünyasıyla yeniden buluşması talebi ve buna dönük adımların atılması anlaşılır bir durum. Böylesi bir talebi desteklemek de mümkün. Ancak meselenin bundan ibaret olmadığı ve mevcut siyasi şartlarda oldukça sorunlu olduğu çok açık.  

Osmanlı zorunlu, Kürtçe seçmeli!

Bu açıklık bir çok açıdan ele alınıp ortaya konulabilir. Ama sanırım bu açıklığı, daha doğru bir ifadeyle “çıplaklığı” en iyi Kürtçe ve Kürt meselesi üzerinden yürüyen tartışmalar gösteriyor. Açıktır ki bunca insani, ekonomik, sosyal ve mekânsal yıkıma neden olan Kürt meselesinde Kürtçenin ve onun taşıdığı kültürel kimliğin yeni kuşaklara aktarılmasının çözüm süreci önündeki engellerin aşılmasında çok önemli bir rol oynayacaktır. Buna karşın, hükümet bu güne kadar bu ülkedeki en az 15 milyon yurttaşın yaşayan dilini “folklorik bir zenginliğe” indirgeyen bireysel kültürel haklar politikasında ısrar etmiş ve anadilde eğitim, kamu hizmetlerinin Türkçe’nin yanı sıra Kürtçe gibi diğer dillerde de verilmesi gibi kolektif hakları dışlamıştır[1]. Bir arşiv ve belge diline dönüşmüş Osmanlıcayı devlet eliyle zorunlu bir ders haline getirmeye hazırlanan hükümet, bugün sokakta canlı bir dil olan Kürtçeyi “seçmeli ders” statüsünde tutmaya ısrarla devam ediyor.

Dil meselesi bir egemenlik meselesidir

Bu durum, yani hangi dilin zorunlu, hangi dilin seçmeli, hangi dilin yasak olduğunu devletin müzakereye açmaksızın belirlemesi temel bir hususu hepimize yeniden hatırlatıyor: Dil meselesi her şeyden önce bir egemenlik meselesidir. Zira hangi dili, hangi alanlarda, nasıl ve ne ölçüde kullandığımızı ya da kullanıp kullanamayacağımızın sınırlarını devlet ve onun altyapısal (rıza üreten) ve despotik (korku üreten) gücüne sahip iktidar belirliyor[2].

Dilbilimci Max Winreich “dil, ordusu ve donanması olan bir lehçedir” diyor. Tabi burada devletin despotik gücüne göndermede bulunan “ordu” ve “donanma” kavramlarının yerine rahatlıkla “piyasa”, “para”, “din”, “televizyon”, “okul”, “hükümet” gibi rıza üretme kapasitesi ve kaynağı olan kavramları da koyabiliriz. Bundan ötürü, dil meselesinin lengüistik ya da eğitim kalitesine dair bir meseleden önce bir iktidar ve egemenlik meselesi olduğu açıktır.

Egemenliği paylaşmak...

Bu anlamda Osmanlıca zorunlu ders etrafında süregelen tartışmaları egemenlik ve egemenliğin paylaşımı etrafında ele almakta fayda var.

Kuşkusuz bu noktada temel bir soruya cevap vermek gerekiyor: Egemenlik nedir ve egemen olan kimdir? Devlet, şiddet ve egemenlik meselesini tartışan düşünürlerin çalışmaları incelendiğinde (W. Benjamin, J. Derrida, C. Schmitt, P. Bourdieu, W. Hamacher, G. Agamben ve R. Cover) egemenlik meselesinin çoğunlukla rıza ve korku üreten yapı, mekanizma ve süreçler yoluyla “hukuk/norm kurma” ve “hukuku/normu koruma” etrafında tartışıldığı görülür.     

İş cinayetlerinin yaygınlığı ve cezasızlığı, AK Saray için harcanan bütçe, Kürtçe anadilde eğitim meselesi, Alevi kimliğine dönük bir türlü gerçekleşmeyen reformlar aslında özünde çok merkezi bir meseleye işaret ediyor: Egemenliğin paylaşımı sorunu. Norm kurma ve normları koruma gücünün müzakereye kapalı şekilde aşırı merkezileşmesi sorunun özünü teşkil ediyor.

Bu anlamda, yaşanan tartışmaların demokratik kanalları ve süreçleri güçlendirecek bir mecraya kaymasını istiyorsak, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden, AK Parti geleneğinin devraldığı ve bugün keyifle sürdürdüğü norm kurma ve normu koruma yetkisini müzakereye kapalı şekilde dar bir grubun tekeline sokan yapı ve mekanizmaları tartışmamız gerekiyor. Bu anti-demokratik yapı ve mekanizmaları yapı sökümüne uğratıp paylaşım, denge ve karşılıklı/çoklu denetlemeye dayalı yeni bir egemenlik yapısı ve mekanizması inşa edemediğimiz sürece farklı zorunluluklarla karşı karşıya kalmaya devam edeceğiz.

Bu noktada, Türkiye gibi büyük bir coğrafyaya ve nüfusa, muazzam siyasi, ekonomik ve sosyal kaynaklara sahip bir ülkede idari ve siyasi egemenliğin adem-i merkezileşme ile yerel ve bölgesel ölçekte inşa edilecek yerel yönetimlerle paylaşılması çoklu denge ve denetleme süreçlerine dayalı demokratik bir yapının inşası için iyi bir başlangıç noktası olabilir.  

 


[1] Bireysel ve kolektif kültürel haklar konusunda daha detaylı bir tartışma için bkz.: http://www.birikimdergisi.com/sayi/253/bireysel-haklar-kollektif-haklar-ve-dil-kaybi

[2] Devletin altyapısal ve despotik gücü için bkz.:  Michael Mann, “The Autonomous Power of the State: Its Origins, Mechanisms and Results,” European Journal of Sociology 25 (1984): 185–213.