Charlie Hebdo Olayı ve Sanatta Kutsallık
Barış Özkul

Charlie Hebdo olayı karşısında Türkiye sağı, beklenen tepkiyi gösterdi. Önce yarım ağızla ‘küresel terör’le mücadelenin öneminden bahsedildi, ardından bıyık altından gülümseyerek Batı’nın çifte standardı ve ikiyüzlülüğünden bahsedenler oldu; şimdi de Kuachi kardeşlerin gıyabında cenaze namazına duranları seyrediyoruz. Bu arada Efkan Ala, sesini dalgalandırarak yaptığı konuşmada kimsenin peygamberle ilgili provokasyon yapmasına izin vermeyeceklerini bildirdi. Hele Türkiye'de asla. Provokasyon dediği Charlie Hebdo dergisi. Başbakan’ı üç gün önce taziye yürüyüşü için Paris’e gitmek zorunda bırakan provokasyonun sorumlusu.

Karikatürlerin tartışmasını serinkanlılıkla yapacak bir ülkede yaşamadığımız belli. Gene de soralım: Eğer karikatür bir sanatsa, sanatın kutsal-dinî değerler karşısındaki tutumu nedir, ne olmalıdır? Bu sorunun cevabı, “ama İsa’yı, Teslis’i ve Yahudileri de iğnelediler siz neden incindiniz ki” denerek geçiştirilemez. Sanatçıya kimi ve neyi iğneleyeceğini, nerede duracağını öğretmek totaliter rejimlerin işidir. Yazarlar Sendikası’nda Sovyet yazarlara nasıl roman yazmaları gerektiğini anlatan Stalin ile; Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali’yi demagojik Cumhuriyet şiirleri yazmaya ikna edemediği için gözden çıkaran Kemalist tek parti rejimi ile Charlie Hebdo’ya karikatürün nerede bittiğini öğretmeye çalışan zihniyet arasında esasa dair bir farklılık yok. Demokratik refleks göstermesini bilmeyen toplumlar sanat karşısında silaha sarılırlar. Linç edilen bugün Charlie Hebdo olur, başka bir gün Saint-Exupery. Charlie Hebdo olayında gördük: Bu konularda Türkiye sağının şaşmaz dayanağı kitle histerisidir: “Yüzde 99’u Müslüman olan bir toplumda”… mugalatası yardıma çağrılır hemen.

Demek ki yüzde doksan dokuzu temsil ettiğini düşünen bir zihniyet, rahatsız olduğu şeyin karşısına eleştiriyle, sözle, ironiyle çıkacak takati bulamıyor ve alttan alta tehdit ediyor.

Peki, fundamentalistlerin gözünden sanat nasıl görünür?

Batı’da Romantizm’in ilk kuşağıyla (1780-1820) birlikte “yaratıcılık” niteliği Hıristiyanlığın Tanrı’sından alınıp sanatçıya verildi. Sanatın özerkliği, sanatçının ifade serbestisi, on dokuzuncu yüzyılın olayıdır. Bundan sonra sanatçının hareket alanı genişlerken sanatın içeriği de gittikçe profanlaştı. (Burada profanlığı sadece dinin radikal eleştirisi veya teolojinin kutsallarından bir sapma olarak değerlendirmiyorum; sanatsal içeriğin popüler temalarla “bayağılaşması” da bir anlamda profanlaşmaydı ve anlatım olanaklarını çeşitlendirdiği ölçüde sanata zenginlik kattı; neo-klasik dönemde Wordsworth’ün “Budala Çocuk”u, veya Blake’in “Baca Temizleyicisi” gibi şiirlerin yazılması düşünülemezdi.)

Ama sanatta profanlaşma eğilimi Romantizm’den çok önce başlamıştı. Örnek, çok.

Dante’nin İlahi Komedya’sında İslâm’ın peygamberini, Ali’yle birlikte cehennemde görürüz. Bu ne demektir? Ne yapmalıyız? Dante çevirten yayınevlerine baskın mı vermeliyiz?

Voltaire’in Le Fanatisme, ou Mahomet le Prophete başlıklı bir oyunu var. Baştan sona İslâm eleştirisiyle dolu olan oyunun bir yerinde Zeyd, “şükranım ve dinim/saygıdeğer bulunan ne var ne yoksa/en iğrenç şeylere sevk etti beni” der. Bir kampanya da Voltaire için mi açılacak?

Türkiye sağı bugünlerde siyasal İslâm’a yönelen tüm eleştirileri İslâmofobi lafzıyla karşılıyor. Böylece gerçek bir sorun, tartışma ve eleştiri kanallarını tıkayan, Makyavelist bir strateji ışığında Batı’nın hanesine yazılıyor. Oysa sanatta kutsalın eleştirisi, –sevgi, nefret, hayranlık, kin duygularıyla–  şizofrenik bir ilişki içinde olduğumuz Batı’nın özel İslâm düşmanlığı veya korkusuyla açıklanamaz. Batı sanatı, Batı muhafazakârlığının kutsallarını da çok kez eleştirdi.

Ensest, modern toplumların hemen hepsinde yasaklı bir konu. Byron’ın şiirlerini okuyanlar ensestle karşılaşırlar. Byron'ın Don Juan'ı, annesinin arkadaşını ayartır. İngiliz muhafazakârlığının tepkileri karşısında İngilizlere hakaret edip, ülkeden ayrıldı Byron. Anglikan Kilisesi tarafından kazığa bağlanıp yakılmadı. Çünkü o devir çoktan kapanmıştı. Batı, bu konularda kendi içinde bir reform yapmıştı.

Oscar Wilde’ın Salomé’sinde İsa’yı vaftiz eden Yahya, kadın düşmanı bir peygamber olarak çizilmiştir ve Salomé, peygamberin kellesi için Herod’la pazarlık yapar. Beğenmeyen beğenmez, ama böyledir.

Dediğim gibi örnek çok ve bunun Doğu’su Batı’sı da yok. Sanatla geleneksel değerler arasında birebir örtüşme arayanlar Fatih Sultan Mehmed’in Avni Divanı’na baksınlar.

Savunma ve acziyet psikolojisiyle, Batı’nın çifte standardından, ikiyüzlülüğünden, emperyalist emellerinden mi bahsedeceğiz yoksa kendi içimizde tartışmamız gereken sorunların varlığını serinkanlılıkla kabul edip bunu bir özeleştiri ve müzakere imkânına mı dönüştüreceğiz? Batı’nın birtakım sorunları olması burada bir sorun olmadığını göstermiyor. Baştaki soruya geri döneyim: Karikatür, bir sanat mıdır? Eğer öyleyse, hoşumuza gitmeyen karikatüre vereceğimiz tepki nedir?