Çocuklukta babanın koruyuculuğuna duyulan kadar güçlü başka bir ihtiyaç düşünemiyorum
Freud
Adölesan (adolescence), 13 yaşındaki Jamie Miller’in aynı yaştaki kız arkadaşı Katie Leonard’ı öldürmekle suçlanması ve tutuklanmasının ve daha sonra gelişen olayların konu edildiği Netflix dizisi. Giderek söz konusu olayların cereyan ettiği sahnenin geniş arkaplanı, yani günümüzde gençlerin yaşadıkları çeşitli güçlükler, akran zorbalığı, sosyal medya pratikleri ve etrafında gelişen ilişkiler, aile bağları, ebeveynler, yargılama usulleri, okul sistemi vb. ele alınıyor, tasvir ediliyor. Dizi, adı üstünde ergenler ve ergenlik dönemi hakkında düşünmeyi, merak etmeyi amaçlamış. Bana göre, bu bilinçli niyete rağmen, bu bilinçli niyetin bakışından kaçan, o bakışın ıskaladığı başka bir şeye odaklanmış dizi. Belki de tam farkında olmadan, kurgusundan çekim tekniğine (tek plan çekim) kadar dizinin tüm yapısına sinen, dahil olan başka bir şeye yönelmiş yazan ve yöneten ekip sanki. Günümüzde ergenler hakkında düşünmenin, ergenlik dönemini merak etmenin doğrudan ergenlerle sınırlı bir çerçevede mümkün olamayacağını başka bir düzeyde kavrayan, sezen bir hikâye ortaya çıkmış.
Babalar hakkında, babanın işlevi ve konumu hakkında düşünen bir dizi adölesan. Babaların en çok bulunması gereken yerde bulunmayışları, namevcudiyetleri hakkında. Babaların daima yetersiz oluşları, acemilikleri, sarsaklıkları, kendi yerlerini daima ıskalamaları, bulamayışları hakkında. Babaların babalık rol ve işlevlerine alıştırılmaları ve eğitilmeleri için çocukların ümitsizce ve çaresizce çırpınışları hakkında. Çöken paternal işlevin yıkıntıları arasında sürdürülen bu arayış, günümüzün en dokunaklı örüntülerinden birisi belki de.
Bir an babamın boynuna, tenine takıldı gözüm: Yedi yaşındayken bir kere annem, ben, babam Heybeli Plajı’na denize girmeye gitmiştik. Yüzme öğreneyim diye, annem beni karnımdan tutarak suya bırakıyor, ben de üç adım ötede ayakta duran babama doğru can havliyle debelenerek yüzüyordum. Tam babama yaklaşmışken o biraz daha yüzeyim ve çabuk öğreneyim diye bir adım geri atıyor, ben de ona yetişme heyecanıyla ‘Baba, gitme!’ diye bağırıyordum. Çok bağırıp, telaşlandığımı görünce babam gülümsüyor, güçlü kollarıyla beni bir kedi gibi kapıp sudan çıkarıyor ve denizde bile çok özel bir kokusu olan boynuna ve göğsüne (ucuz sabun ve bisküvi kokusu), işte şimdi baktığım boynunun tam bu noktasına başımı yaslıyordu. Sonra her seferinde kaşlarını çatarak şöyle diyordu:
‘Oğlum, o kadar korkacak bir şey yok. Bak ben buradayım, tamam mı?’
‘Tamam’ diyordum ben de soluk soluğa onun kucağında olmanın güveni ve mutluluğuyla.[1]
Babalar güçlü bir özlem ve sevgi sayesinde var oluyordur belki de. Kökleri çok derinlere uzanan bir beklenti, güven ve ümit sayesinde. Belki de babayı hiçlikten yaratan, hiçlikten ve boşluktan çekip çıkartan şeydir çocuğun sevgi ve özlemi.
[1] Orhan Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın, YKY, İstanbul, 2016, s. 133-134.