Winter is Coming!
Aksu Bora

Zamanın ruhu mudur o, yoksa bir tür kolektif ruh halini zamana mı atfederiz? Ama belli zamanlara belli duygu durumlarını yakıştırırız. Bizim o sırada nerede, kaç yaşında, ne yapıyor olduğumuza çok da bağlı olmaksızın, bazı zamanları bazı duygularla hatırlarız. Hatta o zamanlarda dünyaya gelmemiş olmamız bile bu “hatırlama”yı önlemez. Tıpkı ilk anılarımızı annemizin anlattıklarından mı biliyoruz yoksa gerçekten hatırlıyor muyuz, ayırt edemediğimiz gibi. Ayla Dikmen’in Anlamazdın’ını “Issız Adam şarkısı” olarak mı dinledik mesela, yoksa 1970’lerin başından mı hatırlıyoruz? Bu şarkıyı 2008’de vizyona giren bir filmin şarkısı olarak dinleyip 1970’leri “hatırlamak” nasıl bir şey? 1970’ler sahiden de bugünden gördüğümüz gibi bir iyimserlik ve umut zamanı mıydı, yoksa biz mi onun öyle olmasını istiyoruz?

İçinde yaşadığımız zamanı günün birinde nasıl “hatırlayıp” hangi nostalji nesneleriyle anacaklar, kestiremiyorum- Demet Akalın’ın şarkıları ve Samsung tabletleri mi mesela? Gaz maskeleri ve talcid’li solüsyonlar? Durmaksızın politika konuşulan tuhaf bir zaman? Ağaoğlu İnşaat ve o hırs küpü ufak tefek sahibi? “1990’larda çocuk olmak” türünden temaların popülerliğine bakılırsa, nostalji yatırımında çok seçici olmayabiliyoruz- bu günlerin de bir alıcısı olacaktır herhalde.

O günden bakınca nasıl görecekler kim bilir ama biz, şimdi, içinde yaşarken, bu zamanın ne tür bir ruhu olduğunu seziyoruz. Ne tür bir duygusal iklimde yaşadığımızı. Sezmek ne kelime, iliklerimizde hissediyoruz. Kaygılı bir sıkıntı. Sıkıntılı bir endişe. Ne harekete geçirecek sağlam ve şiddetli bir öfke, ne hepten teslim alan bir korku, ne tahammül gücünü berkiten bir gizli umut… Derin bir iç sıkıntısına sarılmış süreğen bir kaygı.

Bir yandan, belirsizlik içinde yaşıyoruz: Yaşadığımız sokağın adını bile değişmiş bulabiliriz sabah uyandığımızda! Küçük çocuklar öldürülebilir, tecavüzcüler iyi hal indirimi alabilir, savaş çıkabilir, suların bizi zehirlemekte olduğunu öğrenebiliriz… Bir yandan, şunu söyleyip duruyoruz: “bi şey olmaz”… Bize bir şey olmaz, o giriştiğiniz işten bir şey çıkmaz, istediğiniz kadar atıp tutun, bir şey değişmez… O “bi şey olmaz”ın pek çok anlamı var gibi görünse de, aslında tek bir şey ifade ediyor: Boşuna.

Zamanın ruhunun güvencesizlikle biçildiği çok söylendi, herhalde doğrudur. Güvenceli çalışma giderek istisna haline geliyor; iş sahibi olmakla işsiz olmak arasında çok ince bir çizgi var, bazen bir tarafa düşüyorsunuz bazen öteki tarafa. Dünya kadar kredi kartı borcunuz var. Çalıştığınız madeni su basıp sizi boğduğunda, geride kalanlara tazminat değil, kredi kartı borcu bırakıyorsunuz. Ekstra bir iş yapıp para kazanırsanız, “hah” diyorsunuz, “kartın birini bununla temizlerim”… Yoksul madencinin de, üniversite öğrencisinin de, bankacının, kapıcının, öğretim üyesinin, ev kadınının… hepimizin bu kadar borçlu olduğu bir zamanın nostalji nesnesi belki de o manyetik kredi kartları olmalı- sınıfları yatay kesen ortaklık!

Hannah Arendt, toplumsalın kurucu iki unsurunu, hatırlamak ve söz vermek olarak tarif etmişti. Geçmişle ve gelecekle ilişkilenen, kendini zamanın coğrafyasına yerleştirmeyi becerebilen topluluklar ancak toplum olabilirdi çünkü. Biz, bize ait olmayan zamanları “hatırlayarak” ve geleceğe durmadan borçlanarak, kendimizi zamanın coğrafyasına yerleştirmeyi becermiş görünüyoruz. Ergenlere has iç sıkıntımız ve kaygımızla. Aydınlanmanın bir tarifi de insanın çocukluktan yetişkinliğe geçmesi idi, değil mi?