Yas Bir Armağandır İnsana
Erdoğan Özmen

                                                                                                                                       Suruç’taki gençler

                                                                                                                                           Nasıl da güzeller…

Ölüm ya da ayrılık çarptığında hayatlarımıza… Onları kaybettiğimizde, içimize oturan acı. İndirgenemez –ve genelleştirilemez– bir şeyin gelip içimizi oyması habire. Birbiri ardına apansız patlayan kabarcıklarla nefesimizin kesilecek gibi olması. Kalbin üstündeki soğuk taş: “Ben şimdi, bundan sonra ne yapacağım?”. Gönlün tekrar tekrar parçalanması, tuz buz olması: “Onlar yok artık, sonsuza dek ve tümüyle.” Tarifsiz ağırlığıyla ezen, tıkayan, çaresiz bırakan, paralize eden, cesaret kırıcı  keder. Dünyada sığınacak hiçbir yerin kalmadığı duygusu. Aynı keder ataklarının, her seferinde yeniden başlaması. Sonra ama, bir mucize gerçekleşir. O kederi üstlendikçe, taşıdıkça, tuttukça, içimize alıp işledikçe; yas tutmaya başlarız. “Keder söz konusu olur olmaz, yasın kendi yolculuk düzeni başlar” çünkü. O yüzden zahmetli bir çalışmadır yas. Kendiliğinden değildir, hiç. Kendiliğinden olan, tam aksine “ruhlarımızın yas karşısındaki isyanıdır.” Keder üstüne tefekküre dalmaktır yas. Kayıp içinden ve kayıp aracılığıyla düşünmektir, uzun uzun.  Böylece, belki de keder biricik sebebinden kopar ve bambaşka bir ufuk ve/ya da imkan açılır önümüzde. Geleceğe itiliriz. Geçmiş bütün kayıplarımızın yasını topluca ve tek seferde tutma, onlarla temas etme, yakınlaşma şansıdır bu. Bu yüzden, her yas bir armağandır. Her seferinde, her somut yasın hiç kapanmayacak dehşetli bir yarık ya da yara gibi görünmesi gözümüze, bundandır. Ondan sonra çünkü, varlığımızın tam cevherinde değişmeden tekrar eden kayıp ve kederin ve -işte bu sefer!-, şimdiki yas sayesinde o cevhere dokunma, nüfuz etme vaadinin ete kemiğe bürünmesi vardır artık.  Capcanlı olarak. Kalbin yumuşaması ve genişlemesi vardır, sıcacık. Bir müjdedir, o halde yas. Yas tutan insanlara özgü o benzersiz cesaret, güzellik, ümit ve bilgelik hiç de sebepsiz değildir. Yas bile tutamayanların soğuk ve taş kalplilikleri de… Ve kederin ve acının iziyle hiç gölgelenmemiş suratların çirkinliği… Gönüllerindeki ürkütücü kuruluk onların…

Hasılı, yas bir armağandır insana. Derinlere dalmaktır.  Bu yüzden en çok, “Ulusal Yas” önerilerine hiç yüz vermemeliyiz. Yüzeyselliği baştan apaçık olacağı için değil sadece. En fenasından mide bulandırıcı bir sahtekârlık ve ikiyüzlülük örneği olarak kalacağı için de aynı zamanda.  Acıyla donmuş, büzüşmüş, kasılmışken çünkü, çaresizlik içinde kalakalmışken başkalarına bakarız. Öteki insan kardeşlerimize. Onların, o toplu resimde neşeyle, sevinçle, heyecanla bize bakan, ışıl ışıl parlayan yüzleri ebediyyen kaybettiğimiz gerçeğini şefkatle, usulca, aynı ruh ezikliği ve ‘bilememezlikle’ bize fısıldamalarını umarak…  Nefretin, bencilliğin ve kötülüğün korkunç dünyasının karşısına dikilip gösterdikleri benzersiz cesaret, kardeşlik ve iyiliğin hatırası hiç eksilmeyecek, hikâyeleri hep sürecek demelerini, koşulsuz bir hürmet ve nezaketle kaybımızı tanımalarını bekleyerek… İnsanlığa inancımız böyle zamanlarda artmaz mı en çok? İçimizi kanatıp duran başka her şeyin varlığı çünkü, öylesine üzücü, bunaltıcı ve katlanılmaz ki…