Öz-Savunma: Kürt Hareketi'nde Rota Değişikliği?
Cuma Çiçek
Karayılan’la yapılan ve 28 Eylül 2015 tarihinde Özgür Politika gazetesinde yayınlanan uzun söyleşi öz-yönetim ve öz-savunma tartışmalarını genişletmemiz ve derinleştirmemiz gerektiğini gösteriyor. Karayılan’ın açıklamalarına bakılırsa, PKK/KCK “rota değişikliği” olarak okunabilecek yeni bir yönelime girmiş gibi görünüyor. Zira, Karayılan “alan hakimiyeti” olarak özetlenebilecek bir strateji izlediklerini açıkça ifade ediyor. Üstelik, bu bir kaç ilçede ilan edilen özerklikle de sınırlı değil: Kırsal ve kentsel alanlarda aynı anda bir alan hakimiyeti inşası söz konusu.

 

Mevcut çatışmalar ve sayılı ilçede “öz-savunma” eşliğinde ilan edilen öz-yönetimler bu yeni yönelimin “ilk adımları” gibi duruyor. Özetle söylenen şu: Çözüm yoksa bizi/sizi, hepimizi bekleyen bu. Başka bir ifadeyle tıkanan diyaloglar sonrası bir müzakere aracı olarak “devrimci zor” gündeme alınmış durumda…

Öz-yönetimden ötesi: Alan hakimiyeti…

Öz-savunma meselesinin “adem-i merkezileşme” ve/veya yerel/bölgesel ölçekte alternatif toplumsallıkların inşası anlamında bir öz-yönetime ya da demokratik özerkliğe indirgenemeyeceği açık. Meseleyi, tıkanan diyalog süreci sonrası -Harun Ercan’ın altını çizdiği üzere- Rojava deneyimi sonrası Türkiye’nin Kürt bölgesinde “yeni devrimci öznelliğin” alana çıkması, alanını genişletmesi olarak okumak daha yerinde olacak. 

Anaakım Kürt Hareketi'nin belgelerinde demokratik özerklik siyasi, hukuki, öz savunma, kültürel, sosyal, ekonomik, ekolojik, diplomatik olmak üzere sekiz boyut üzerinden ele alınırken, bütün meselenin öz-savunma etrafında ele alınması, hatta öz-savunmanın diğer yedi boyutu içerecek şekilde genişletilerek yorumlanması, öz-yönetimden öteye kırsal ve kentsel alana yayılmış ve yaygınlaşmış şiddet araçları ve yapılarıyla bir alan hakimiyetinin inşasına girişildiğini gösteriyor. Bu noktada, öz-yönetim ya da demokratik özerkliğin sosyal, ekonomik, kültürel boyutlarıyla değil de öz-savunma boyutuyla neden gündeme geldiği ve diğer boyutları görünmez kıldığı açığa kavuşuyor. Savaş ve çatışmanın sosyo-politik atmosferi belirlediği bir ortamda, özerkliğin diğer boyutlarını tartışmak ve inşaya dayalı bir sosyo-politik eylem geliştirmek mümkün olamaz. Zira, iki aylık çatışmaların gösterdiği üzere, Kürt bölgesinin bir çok kentinde “bir istisna hali” hali hakim ve “gündelik hayat” “askıya alınmış” durumda. 

Çözüm süreci bitti mi? Seçimlerden öteye…

Bu yönelimi ikili bir okumaya tabi tutabiliriz: İlk olarak, Cumhurbaşkanı ve AK Parti'nin seçim ve siyasal iktidarın yeniden kurulumu etrafında geliştirdiği “sınırlı” ve “kontrollü” çatışma politikasına verilmiş bir cevap olarak görülebilir. PKK/KCK çatışma alanının sınırlarını genişletip kontrol edilemez bir noktaya taşıyarak ya da “taşıyabileceğini göstererek” zaten düşme eğilimi içerisine girmiş AK Parti'nin düşüşünü hızlandırmaya ve derinleştirmeye çalışıyor. Bu okumanın geçerliliği durumunda, 1 Kasım seçimleri mevcut çatışmalı süreç üzerinde stratejik bir etkide bulunacak ve süreç seçim sonuçlarına göre belirlenecektir.  

İkinci olarak, mevcut çatışmaların seçimlerden öteye çözüm sürecini bitiren dinamiklere dayandığı şeklinde okunabilir: Çözüm süreci boyunca, Rojava’da PYD ve silahlı kanadı YPG-J öncülüğünde Türkiye’ye 400 kilometre sınırı olan bir Kürt bölgesinin inşası; bununla beraber Türkiye’de HDP ile anaakım Kürt partilerinin oy oranlarının %6-7 bandından %13’e çıkması, politik Kürt bölgesinin sınırlarının 20 ili kapsayacak şekilde genişlemesi, üstelik 12 ilde %55 ve üstü oranlarda olması AK Parti'den öteye sivil ve askeri bürokrasiyle birlikte Türkiye devleti açısından çözüm sürecini “yönetilemez” ve “katlanılamaz” hale getirdi. 2002 yılından bu yana süregelen “liberal bireysel kültürel hakların tanınmasına” dayalı “Kürt meselesini ucuza kapatma” stratejisi, yukarıda resmettiğimiz gelişmeler ile birlikte çoktan aşılmış durumda. Başka bir ifadeyle devlet ve AK Parti Kürt meselesi bağlamında sınırlarına çoktan ulaşmış durumda. 

Öte yanda, PKK/KCK çözüm sürecinin bittiğini ve AK Parti'nin ve sivil-askeri bürokrasinin orta vadede meselenin demokratik siyasi yollarla çözümü konusunda adım atmayacağını düşünüyor. Türkiye’nin Rojava karşıtı politikalarının “güvenli bölge” inşasına dayanması; Türkiye’de çözüm masasının yok sayılması ve toplumsal rızadan ziyade şiddet araçlarına, M. Mann’ın tabiriyle “altyapısal güçten” ziyade “despotik güce” dayalı devlet egemenliğinin inşası girişimleri, örgüt açısından çözüm sürecini anlamsız kılmış gibi görünüyor. Bununla beraber, örgüt açısından Rojava’nın uluslararası alanda tanınması HDP ve seçim sonuçlarına kıyasla stratejik ağırlık açısından daha fazla önem arz ediyor. Görüldüğü kadarıyla PKK/KCK Türkiye alanında çözümün kısa vadede mümkün olmadığını ve orta-uzun vadeye yayıldığını; buna karşın, Rojava meselesinin kısa vadede bir sonuca kavuşacağını ve stratejik öncelik arz ettiğini düşünüyor. Bu noktada, Türkiye Rojava karşıtı politikalarından vazgeçmediği sürece, mevcut çatışma ortamının son bulması zor görünüyor. Bu da barış/çözüm sürecini sınır-ötesi, bölgesel ölçekte yeniden kurmayı gerektiriyor. 

Bu okumanın geçirli olması durumunda, 1 Kasım seçim sonuçlarının, -özellikle de CHP’nin mevcut duruma radikal bir politik cevap üretmemesi durumunda- çatışmalı süreç üzerinde stratejik bir etkide bulunmayacağı ve çatışmaların seçim sonrasında da süreceği beklenebilir.

1 Kasım seçimleri ve sokağın iyiliği…

Daha önceki yazılarda sorduğumuz soruyu tekrar soralım: Anaakım Kürt Hareketi, devlet politikalarına rağmen, barışta ısrar mı edecek, yoksa devletin şiddet araçlarına şiddetle mi cevap verecek? Başka bir ifadeyle oyunu farklı şekilde kurarak oyun alanın şekillenmesinde mi belirleyici olacak, yoksa devletin kurduğu oyun alanında, oyun kurallarını esas alarak ya da belli ölçüde esneterek/genişleterek yol almaya mı çalışacak? Burada esas alınması gereken hiç kuşkusuz sokağın “iyiliği”: Hem Cizre sokaklarının hem de Ankara, İstanbul sokaklarının. 

Sokağın iyiliği, ilk seçeneğe dönmemiz ve HDP projesine sahip çıkmamız gerektiğini söylüyor. Suriye’de iç savaş sonrası yaşananlar, yerle bir edilen şehirler, Diyarbakır’da, İstanbul’da dramlarına her gün tanık olduğumuz Suriyeli savaş mağdurları, harabeye dönüşerek “özgürleşen” Kobani, 30 yıllık çatışma sürecinin “hala” sarılmayan yaraları, tanınmayan, çoğu zaman görmezden gelinen, üstüne basılan “bedelleri” barıştan başka seçeneğimiz olmadığını söylüyor. Dönüp dolaşıp tekrar çözüm masasına döneceğimiz tecrübeyle bu kadar açıkken ve hele HDP ile temsilini bulan onca sosyo-politik imkâna ve araca sahipken…