"Gerçek İslâm" ve Kürt Meselesi
Cuma Çiçek
IŞİD meselesi tartışıldığında, en fazla yükselen ses şu oluyor: “Gerçek İslâm bu değil”. Paris saldırıları sonrası bu ses yeniden yükseldi. Ortada “İslâmi” düşünce ve söylemlerin, sembollerin ana bilişsel ve normatif çerçeve olarak mobilize edildiği bir sosyo-politik hareket varken, “gerçek İslâm bu değil” söylemini nasıl okuyabiliriz?

Bu düşünce biçiminin sadece Müslüman insanlar ve İslâmi hareketler içerisinde olmadığını belirtmek gerekir. Çoğu düşünce akımında ve siyasi gruplarda görülen bu eğilim, özcü bir yaklaşımı ifade ediyor.

Bu özcülüğün esasını normatif ve bilişsel süreçleri zaman, mekân ve aktörden bağımsız ele alma oluşturuyor. “Gerçek İslâm” söylemi, aslında zamana, mekâna ve aktöre bağlı olmayan ya da bunları aşan bir “İslâm”ın olduğunu varsayar.

Günümüzdeki anaakım İslâmcılığının bu özcülüğü esas aldığı söylenebilir. Bu eğilim İslâmi düşünce ve normların içinde çıktığı bağlamı göz ardı eder, taşıyıcı aktörlerini ya da daha net bir ifadeyle sosyo-politik girişimcilerini görmezden gelir. Zaman ve mekân aşırı tek İslâm’ın olduğunu iddia eder.

Oysaki çoğunlukla Hz. Muhammed döneminde yaşanan İslâm’a işaret eden “gerçek İslâm’ın” kendisi de zamansal ve mekânsaldır ve sosyo-politik bir girişimcisi vardır. Peygamberin Sünnet’i, yani eylemi tam da zamansal, mekânsal ve taşıyıcı aktörü olan bir İslâm’a gönderme yapar.

Bu anlamda, gerçekte tek bir İslâm’ın olmadığı, aslında farklı zaman ve mekânlarda, farklı sosyo-politik girişimciler tarafından temsil edilen çoklu İslâmların olduğunu belirtmek gerekir. Müslüman toplumlar arasındaki sınıf, etnik/ulusal kimlikler, toplumsal cinsiyet, diğer dinsel ve mezhepsel gruplarla ilişki, devlet ve iktidar gibi temel meselelerde yaşanan farklılaşmayı farklı İslâmlar olarak okumak gerekir. Ve bu farklılıkların “İslâm’ın yorumu” meselesine indirgenemeyecek kadar derin olduğu ortada.

Bu noktada açıkça belirtelim IŞİD de bir tür İslâm’ı temsil ediyor. Ve bugün dünyanın birçok yerinde IŞİD’in normatif ve bilişsel çerçevesini farklı düzeylerde de olsa benimseyen İslâmcılık biçimleri oldukça yaygın. Paris saldırısının gösterdiği üzere bu sadece Suriye ve Irak ile, Ortadoğu coğrafyasıyla da sınırlı değil.

“Gerçek İslâm bu değil” bir yönüyle bu gerçekle yüzleşmekten kaçmanın bir yolu gibi görünüyor. Bu yüzleşmeden en fazla kaçanlar kendilerini İslâm’ın bir parçası olarak gören insanlar ve politik gruplar. Öte yandan bu kaçma hali bu kesimle de sınırlı değil.

Bu kaçma hali bir yönüyle, IŞİD’in temsil ettiği normatif ve bilişsel çerçeveden uzak durma, bunlardan farklı bir “İslâm” inşasının çabası olarak okunabilir. Öte yandan, bu yüzleşmeyi gerçekleştirmeksizin, bu konuda bir kavgaya girişmeksizin farklı bir İslâm’ın inşası da pek mümkün değil.

1 Kasım seçimleri sonrası HDP’siz çözüm, PKK’siz çözüm gibi söylemlerin benzer bir özcülüğü taşıdığını düşünüyorum. Yani Kürt meselesini zamandan, mekândan ve aktörden bağımsız düşünme eğilimi.

IŞİD meselesinde bu özcü yaklaşım “gerçek İslâm’ın” inşasına ya da yaygınlık kazanmasına ne kadar katkı sağlıyorsa, kanaatimce Kürt meselesinin çözümüne dair seçim sonrası oluşan bu yeni söylem de sorunun demokratik ve barışçıl çözümüne o kadar katkı sağlayabilir.

Başka bir ifadeyle, bu özcü yaklaşım nasıl ki IŞİD üzerinden gündeme gelen vahşet düzeyine varan politik şiddet, farklı din ve mezhep gruplarına dönük dışlayıcı hatta imha edici eğilimle mücadeleyi gündem dışında tutuyorsa; Kürt meselesini de “Kürt kardeşlerinin sorunlarına” indirgeyerek meselenin tarihsel ve sosyo-politik arka planını görmezden geliyor, teritoryal bir kolektivite olan Kürtleri coğrafyadan mahrum bırakıyor ve bir aktörden ziyade politikaların uygulanacağı bir nesneye indirgiyor.

Ancak, zaman, mekân ve aktörden bağımsız bir Kürt meselesi yok. Bunlardan arındırılmış “hayali bir Kürt cemaatinin” sorunlarını çözme şansımız da yok. Kürt meselesi Cizre, Nusaybin, Silvan gibi mekânlara; Ağrı isyanı, Dersim kıyımı, Zilan katliamı, Diyarbakır zindanı gibi mekân-aşırı zamanlara gömülüdür.

Kürt meselesi, bir yönüyle anaakım Kürt Hareketi’nin temsil ettiği, taşıyıcı aktörlüğünü yaptığı, dağ-zindan-mezar-sürgün metaforlarıyla özetleyebileceğimiz açık yaralara ve organik ilişkilere dayalı toplumsal yapıyla yüzleşme meselesidir. Zira, Kürt meselesi dağdaki çocuklar, zindandaki abiler, sürgündeki ablalar ve mezardaki “sevgililerdir” çoğu Kürt için. Daha da önemlisi Kürtlerin bu yıkımlar üzerine yeni bir zaman ve yeni bir mekân inşa etme meselesidir.

Aslında Kürt meselesinin esası nedir diye sorduğumuzda, tam da sorunun bir zamansızlaştırma, mekânsızlaştırma ve bir aktör olarak var olmalarının yok sayılması ve engellenmesi sorunu olduğunu söyleyebiliriz.

Yol akmak istiyorsak, her şeyden önce Kürt meselesini zaman, mekân ve aktörüyle birlikte yeniden kavramak durumundayız. Aksi durumda, ne İmralı sürecinin, ne Oslo sürecinin ne de çözüm sürecinin sonu gelmez. İsimleri değişen bitmez bir sürecin içine gömülüp kalmaya devam ederiz.