Terör
Erdoğan Özmen
Başka bir isim ve tarif bulmalıyız belki de, bu korkunç katliamlar için. Dehşete teslim olmadan uzun uzun düşünmek ve yeni yollar keşfetmek için başka çerçeveler oluşturmalıyız. Bildiklerimizi yeniden gözden geçirmeli, en başa dönüp en temel soruları sormalıyız. Hiçbir dışlayıcı jestin tuzağına düşmeden bütün insanlığa hitap eden bir dille konuşmalı, çağrımız bütün insanlığa olmalıdır. Kendimizle konuşur gibi konuşmalıyız herkesle, serinkanlılıkla ve öfkeye kapılmadan. O vahşet sahnelerindeki her türlü sınır, ölçü ve anlamın bu mutlak kaybı, bu ürkütücü aşırılık hepimizin paylaştığı ortak insanlık zemininin doğrudan parçalanması demektir çünkü. Kendini yeniden şerefli insanlık olarak düşünme ve derin bir kader ortaklığı olarak tanıma insanlığın karşısındaki en çetin vazifedir bugün. Benzersiz bir yeni başlangıcın, fıtratımızda yazılı olmayan bir aşkınlığı ve “gerimizde değil, önümüzde olan kökümüzü” ete kemiğe büründürmenin tarihsel zamanında bulunmak bu. Bunun insana yaraşır yol ve yöntemlerini icat etmenin… 

 
Ortadoğu’nun emperyalist vesayet rejimleri, Arap Baharı'nın akamete uğraması, çoktan eskimiş sınırlar, ABD’nin Irak’ı işgali gibi meseleleri ele alan tahlillerle yetinemeyiz artık. Aynı biçimde medeniyetler savaşı, İslam dininin içindeki iktidar ve güç kapışmaları, dinin krizi ve dinci köktencilik de değildir temel mesele. Bütün feci ve acil sonuçlarına, yol açtıkları korkunç felaketlere ve yıkıma rağmen tüm o meseleleri de kuşatacak daha kapsamlı ve radikal bir bakış açısıdır ihtiyacımız. 

Post-modern kapitalist uygarlığın ve söylemin, hiper-kapitalizmin insanlığı içine attığı çıplak, her türlü bağını, dayanağını kaybetmiş ve hayvanınkine eşdeğer bir seviyeye düşmüş vahşi ve katlanılmaz hayattır mesele. Kapitalizmin en eski, en kökensel hülyasını ete kemiğe büründüren neoliberal anlatı, etik ve ideolojidir: Bütün şiddet araçlarının ölçüsüzce ve kontrolsüzce kullanımı eşliğinde yeryüzünün devasa bir piyasa, her şeyin alınıp satıldığı bir pazar olarak yeniden düzenlenmesinin vahim sonucudur bu. Uyumsuz (ill-adapted), eksik ve muhtaç insanın bu temel ve giderilemez çaresizliğini diğer bütün uyumlu (adapted) ve içgüsel hayvanlar karşısında bir üstünlüğe ve avantaja dönüştürmesini, sahip olduğu olanakları ve kapasitesini olağanüstü ölçüde geliştirebilmesini sağlayan tüm kolektif kurumların, toplumsal bağların ve kültürün (dinin de tabii ki) parçalanması hikâyesidir. Metaların ve sermayenin sonsuz bir hız ve serbestlikle dolaşması ve mübadelesi önünde engel sayılan – insanı hayatının ve kaderinin öznesi kılan ve kendi hakikatini üretmesini sağlayan-tüm sembolik ve toplumsal yapıların ortadan kaldırılması vardır burada. Ve en nihayetinde kendi kökensel acziyeti ve korkusu, çıplak hayatı içinde paralize olmuş, zavallı ve güçsüz insan teki vardır. 

 
O yüzden belki de asıl somut ipuçları için bambaşka yerlere bakmalıyız. Asıl semptomu teşhis edeceğimiz yer, korkunç ve adlandırılamaz olan vahşet sahneleri değildir belki de. Hakikat için oraya, dikkatimizden kaçıveren konuşmalar, sözler ve tavırlara bakmalı, onların açığa vurduklarının izini sürmeliyiz belki de asıl. Kapitalizmin has sözcülerinin ardı ardına kapitalizmin açmaz ve fenalıklarından dem vurup , sosyalizme yaptıkları atıflardan söz ediyorum. Ya da örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işverenlere yaptığı çağrıda; “Biraz az kazanın, kazandıklarınızı az gelirli insanlarla paylaşın” dedikten sonra lafını “fakiri tahrik etmeyelim” diye toparlamasından… 

***
Bir bakıma “Neoliberalizmin içimizdeki en kötüyü ortaya çıkarmasından” ; vicdan, suçluluk duygusu (süperego), merhamet, acıma, empati gibi erdem ve yatkınlıkların yokluğu demek olan psikopatik kişilik örgütlenmesini serbestleştirmesi ve kuvvetlendirmesinden söz ediyorum. Sadece bununla sınırlı değil ama.

İnsan çünkü, esrarengiz, ziyadesiyle karmaşık, hiç öngörülemeyen her türlü cereyana, incinebilirliğe açık bir varlık. İnsanın maruziyeti ve kırılganlığı; onu aynı anda hem çok esnek ve avantajlı hem de zayıf ve korunmasız kılan bu temel açıklığı en esaslı özelliği belki de. İnsan en olgun halinde bile en immatür, en ilkel, en ham bütün özelliklerini muhafaza ederek, yücelik ve sefaleti, akıl ve deliliği aynı anda taşıyarak insan olabiliyor ancak. Bu yüzden, en önce kendine tahammül edebilen varlıktır İnsan. İnsanın en büyük sınavı budur. Çeşitli düzeylerde bölünmüş, tam ve bütün olmayan varlıktır. Doğası, kendini mükemmel kılmaya izin vermez insanın. Bu yüzden, insan için kendini gerçekleştirmenin ilk koşuludur mükemmellik iddiasını terk etmek. Neoliberalizmin “mükemmellik” dayatması, her birimize yönelttiği “Başarılı olmak, üstte kalmak, yırtmak mı istiyorsun, kendini mükemmel yapmalısın!” buyruğu bir de bu bakımdan, imkansız bir ödev olduğu ölçüde sadece daha çok utanca yol açan rezil bir buyruktur.

Ta en baştan, hayatta kalmaya yetecek bir donanım ve bütünlükten yoksundur insan. Dilin ve kültürün indirgenemez özgüllüğü ve yeri bundandır insan için. Kendi önüne bir tamlık, bütünlük ve tutarlılık ideali yansıtmadan çok önce dil ve kültürle karşılaşmak zorunda oluşu da.

Neoliberal kapitalizmin en büyük tahribatını burada konumlandırmalıyız: Sermayenin ve metaların dolaşımını ve nüfuzunu engelleyen her şeyin, hukuk, yasa, gelenek, etik ve dinin; aile, sendika, kitle örgütü gibi toplumsal birim ve örgütlenmelerin, ve bizzat toplumun piyasa tanrısının insafına terk edilmesi ve parçalanmasında; insanın, asıl muhtevasını ve “özünü” sağlayan sembolik ile bütün bağının koparılması ve ilksel acizlik durumuna, biçimsiz “boşluğa” ve kaosa fırlatılmasında. Semboliğin yatağı, dayanağı ya da tamponundan mahrum kaldığı içindir ki insan, içindeki en kötünün ortaya çıkmasına direnemiyor, mağlup oluyor. Ya da şöyle söyleyelim: Bu en temel çekirdeğini/hücresini kaybettiği içindir ki insan, onu esirgeyecek ve tutacak hiçbir çapa, tutamak söz konusu değil artık. Örneğin, bir kayıp karşısında hakkını vererek yas tutamıyor ve kederlenemiyor oluşumuz ve doğrudan depresyonun sert kayasına çarpmamız bu. Ya da bir tür sağlıklı ve gerekli narsisizmin esamisinin bile okunmaması, narsisizmin daima ve birden patolojik narsisizm formunda zuhur etmesi… Ya da içimizdeki saldırganlık ve rekabet güçlerinin hiçbir engelle karşılaşmadan ve en kısa yoldan derhal en yıkıcı şiddet formunda temsil ve ifade bulması… Uygarlık ve matürasyonla, dil ve kültürle içimizde gelişen bütün kademelerin, koruyucu kalkanların ve dolayımların yıkılmasıyla ortaya çıkan bir kısa devrenin bütün biçimleriyle hayatımızın her veçhesini kat etmesi bu. 

Şunu görmek için dünyanın herhangi bir yerinde, televizyon ya da gazetelerin bolca bulunan ekonomi programlarına ya da sayfalarına azıcık bakmak yeterli: Her birimizin hayatı ve geleceğine karar veren ve değer biçen, her yerde mevcut ve her şeyi bilen piyasa var sadece. Omnipotent ve omnipresent “yüce” piyasa. Yalnızca kendi içsel gerekliliklerine ve ritmine tabi olan, bütün dışsal kontrol, düzenleme ve sınırlama girişimlerini parçalayarak ilerleyen, “katı olan her şeyi buharlaştıran” bir canavar. Semboliğin yıkımı ve mutlak anominin neoliberalizmin koşulu olması bundandır. Yakalandığımız bu berbat nihilizm kısır döngüsü bundan… O kör, gerçek hiçbir hedefi ve anlamı olmayan, hakiki hiçbir dini referans taşımayan, bilakis sembolik bir sistem olarak dinin de silinmiş olmasından ortaya çıkan bu korkunç ve vahşi şiddet sahnelerini asıl bu bağlamda düşünmeliyiz. Bu derin uçurumun, kaybın, hiçin ve boşluğun semptomu olarak…

Bütün işaretler aynı yeri gösterdiğine göre, bir şeyi şimdi en güçlü ve gür şekilde söylemenin vakti işte: Barbarlığa hepten teslim olmak istemiyorsak, sosyalizmi, sosyalist eylemi en saf ve radikal haliyle, anti-kapitalist özüyle düşünmekten ve önümüze koymaktan başka ne şansımız ne seçeneğimiz vardır.