Metafor
Erdoğan Özmen
Kötülüğün ve karanlığın güçleri karşısında yorgun ve karamsar hissediyor insan. Bazen, ama bu bile çok ağır. Onların akıl almaz kin ve nefreti, fütursuzluğu ve gözü karalığı, korkunç enerjisi karşısında basbayağı bir çaresizlik ve ümitsizliğe yenik düşebiliyor. Masum ve savunmasız insanlara yönelen şiddet, hoyratlık, eziyet ve acımasızlığın ölçüsüz, kıyıcı ve yok edici biçimlerinin sıradanlaşması ve yaygınlaşmasının insana kolunu kanadını kırılmış gibi hissettirmesi bu. Ruhtaki sıkışma, bıkkınlık. Yasın, acının, kederin artık bir temsile bile kavuşamayacak denli üst üste gelmesi, birikmesi. Ruhun yorgunluğu. Bazen hatta, insan kalma çabasının bile neşesini, coşkusunu kaybetmesi, ağır bir yük olup çıkması. Dünyanın sıkıntısını ve gürültüsünü daha çok duymak, yine yorulmak. Kendi kişisel anlamlarınla özenle yücelttiğin her şeye karşı ilginin birden sönmesi. Dayanılmaz anlam kaybının yorgunluğu bir de. İnsanın içinin azalması…

 

Ama, insanız işte. Şükür ki. Aynı mucize yine gerçekleşiyor: İnsanın harikulade ruhu ve zihni bir kapıyı kapatırken başkasını açıyor. Şahit olduğum, gördüğüm, işittiğim tüm işaretler yalnızca bir iz olarak kalmasın, imgesel saplantı ve izlerin her biri kesintisiz bir anlamlandırma zincirinin parçası haline gelsin, daha büyük bir anlam dünyasına eklemlensin, silinmez bir simgesel kayda kavuşsun isteyen zihnin benzersiz işleyişi; belki de insan zihninin kendine özgü özerk bir arzusu olmalı dedirten çok boyutlu, göz kamaştırıcı ve zarif çalışma başlıyor.   

***
Dil çünkü, bizi diğer hayvanlardan ayıran en temel kapasitemizdir. İnsan ruhunun dilde temellenmesi demektir bu. Belki de dil ile beynin örgütlenmesi ve işlevselliği arasında yapısal bir benzeşikliğin, söyleme biçimimizle düşünme biçimimiz arasında indirgenemez bir aynalamanın bulunması demektir. Konuşan varlıktır insan.

Dil kaydına, düzenine, dilin denizine henüz girmemişken insan yavrusu, yaşamın saf hareketi içinde sıradan bir ihtiyaçlar varlığından ibaretken nihayet dil ile karşılaşır. Ondan önce, saf biyolojik ihtiyaçların öteki eliyle tatmininden ve ihtiyacın ortaya çıktığı durumun öncesine dönmekten başka bir şey istemeyen insanın mitik dönemi vardır. Asıl yolculuk bundan sonra başlar. Dilin gösterenleriyle silinmez ve geri dönüşsüz biçimde damgalanan insanın bundan sonra kendine varışı dil aracılığıyladır artık. Kendine sadece dil içinde görünür. Böylece, dil dolayımından bağımsız biçimde kendinde varolduğu haliyle özne, “gerçek” özne ebediyyen kaybolur. Adeta yabancı bir beden gibi dil, gerçek/biyolojik bedenin ve “doğanın” düzeni üstüne kendini yamar, yapıştırır. İnsan dille dağlanarak insan olur. İnsanın kimliği sözeldir. Bu yüzden her insan bir hikâyedir ve her şeyin öncesinde anlatısal bir gerçeklik içinde yaşamaya mahkûm varlıktır insan.

Demek bir gösteren en geniş anlamıyla (söylenen bir sözcük, sözel-olmayan bir jest, yazılı bir metin) ve en aktif biçimiyle düşünülmelidir. Henüz yapılandırılmamış başka bir şeyin ortaya çıkması, anlamın yaratılması olarak. Şu halde dilin basitçe gerçekliği yansıttığı, önceden verili bir düzenin ifadesi olduğu tezleri geçersizdir. Bir terimin anlam ve önemi, varolan gerçek bir şeyin pozitif içeriği tarafından temellenen ve garanti altına alınan bir şey değildir. Böylesi aşkın bir gösterilen yoktur. Gösterenlerin serbestçe yüzen, her yöne saçılması vardır orada. Kendine-yeterli ve kendi üstüne kapalı bir sistemdir dil. Her türlü anlamın diğer gösterenlerle farklılığa dayalı bir ilişki içinde belirlendiği bir sistem. Fakat tam da bu türden bir kapalılık, hiçbir farklılık sistemi kendini asla tamamlayamaz olduğu ölçüde sonsuz bir açıklıktır. Metafor ve metonimi budur işte. Dilin/konuşmanın, anlamı, gösterilen etkisini üretmesinin figürleri. Çünkü insanın bir özne olarak ortaya çıkması biraz da metafor sayesinde, yani bir gösterenin yerine bir diğerinin geçmesi, bu metaforik artının/fazlalığın belirlediği anlamların çökelmesi, tortulaşması yoluyladır. Günümüzde bütün sözcüklerin, adların çok anlamlı ve olumsal/muğlak karakterini kaybederek sadece en düz anlamıyla aktüelleşmesini ve giderek sadece işaretlerden ve kısaltmalardan oluşan kesik kesik bir dile hapsolmamızı bir de bu bakımdan, hayatlarımızın metaforik derinliğinin kaybı bakımından düşünmeliyiz demek ki.   

Gösterenler yalnızca diğer gösterenlere refere ettiğinden, bu hareket, görünüşte sonsuz bir referans zinciri üretir. Eşdeğerliklerin asla sonlanmayan dizisini… Bu sonsuz referans sekansı ancak belirli düğüm noktalarının (kapitone noktaları, ana-gösteren) müdahalesiyle sabitlenebilir, bir çapaya kavuşur. Gösterenlerin kaymasını durduran, onları köpüleyen ve anlamlarını sabitleyen müdahaledir bu. En şiddetli sınıf mücadelesinin verildiği, en sert ideolojik karşılaşmaların gerçekleştiği yer burasıdır işte. Dilin ve anlam üretiminin düzeyi. İdeolojik mücadelede bütün mesele, bu yüzergezer unsurları hangi düğüm noktalarının, ana-gösterenlerin bütünleştireceği ve böylece yapılaşmış bir anlam ağının parçası kılacağıdır. Bu yüzden en çok, sol politika yüce eşitlik, kardeşlik, özgürlük idealine yönelik tutkulu eylemciliğini yumuşatmak ve dengelemek için –bütün maddesi söz/kelime olan– edebiyata ve psikanalize muhtaçtır. Yazmaktan, konuşmaktan, her seferinde söze başvurmaktan geri duramayız bu yüzden. Çünkü söze, kelimeye, dile itibarını, yerini ve gücünü iade etmeden kendini gerçekleştiremez sol. Dahası, “İnsanlığı kurtarma isteği duyan herkes günümüzde, öncelikle sözü kurtarmalıdır.” [1]

Şöyle söylenmeli o halde: Bugün en dipten, en geriden, en asgari insanlık zemininden başlamak zorunda olduğumuzu bilmeliyiz. Masum ve savunmasız insanlar, ufacık çocuklar toplu olarak katledilirken bütünlüğünü, içeriğini ve dayanaklarını kaybetmiş, parçalanmış, etrafa saçılmış, çürümüş ve içi boşalmış insanlık durumunun restorasyonu, yeniden kazanılmasıyla sınırlı bir politik programla yetinemeyiz artık. Gözümüz en uzak ufka dikilmelidir.   

***
“Her şeyi anlamak istiyor musunuz” diye yazmıştı Ümit Kıvanç, “Öyleyse bakın, hükmedenler sayesinde hayatımızı nasıl geçirdiğimizin resmi bu.”

 


Oradaki dört insanın; Tahir Elçi, Meral Danış Beştaş, Selahattin Demirtaş, Ahmet Türk’ün göründüğü bu resmi, hiç duraksamadan demek ki, bu ülkenin en saf, en nesnel, en tarafsız, en kesin metaforu olarak kayda geçirmeliyiz: Ete işlemiş acının ve üzüntünün, akan kanın ve gözyaşının, dilden ve evden sürgün edilmenin ve mahrumiyetin, kahredici çaresizliğin ve uzun yalnızlığın en doğrudan göstereni, ikamesi olarak… Daha eksiksiz bir anlam düzeyine sıçramanın, kendi anlam dünyamızı derinleştirmenin ve sabitlemenin, kendi anlamlandırıcı çerçevemizi üretmenin bir koşulu saymalıyız. Kendimizi daha eksiksiz ve daha hakkaniyetli bir özne olarak inşa etmenin koşulu… İyiliğin, kalbin ve vicdanın tarafında durmaksa bütün çabamız, en güçlü arzumuz insan kalmak, insan kalarak var olmaksa hiçbir tereddüt göstermemeli, aynı kararlılığı sergilemeliyiz: “Nerede, kim olarak doğmuş, hangi dili konuşuyor olursam olayım, duygum bu üç insanın duygusudur, yerim onların yanıdır.”  [2]


 [1] Bu vesileyle, Jacques Ellul’un “Sözün Düşüşü” (Paradigma Yayınları, Çev. Hüsamettin Arslan) kitabını, ve Şükrü Argın’ın “Modern Zamanlarda Sözün Statüsü” (Birikim, 1999, sayı 124) makalesini anmak isterim.

 

[2]  Ümit Kıvanç'ın ilgili yazısı (Riya Tabirleri blogu); Fotoğraf HDP Amed milletvekili Ziya Pir tarafından çekilmiş.