İdris Küçükömer ve "Totem Toplumdur"
Barış Özkul

Davos’taki meşhur çıkışından sonra havalimanında kalabalık bir kitle tarafından karşılanması Tayyip Erdoğan'ın kendini Ortadoğu’nun lideri sanması için yeterliydi herhalde. Onun özgüveni Davutoğlu’nun stratejik derinliğiyle birleşince bugünlere geldik. Davos’tan döndüğünde, ayağının tozuyla “monşerlere” çatmıştı Erdoğan. Bu çizgiden milim sapmadı. Diplomasiyi “eyy Amerika”, “eyy Birleşmiş Milletler” seviyesine indiren bir lider Türkiye tarihinde görülmemişti; dünyada örneği var mıdır, bilinmez. Misal, Tanzanya’nın ilk devlet başkanı Julius Nyerere, Doğu Afrika’nın kolonyal geçmişinden diplomasinin bu üslupla yürümediğini öğrenecek kadar ders çıkartmıştı.

Erdoğan, 2011’den sonra kazandığı her seçimin ardından işlerin bu noktaya geleceğinin sinyallerini verdi aslında. Cumhurbaşkanlığı seçiminde, yabancı lisan bilmek gibi bir zaafı olduğu için Ekmeleddin İhsanoğlu’na “yahu tercüman mı seçiyoruz cumhurbaşkanı mı” diye çıkıştığını hatırlayalım. Ülkenin resmî lisanının kendi zaaflarıyla barışık olmayan kalabalıkların lisanı olmasını istediği için böyle laflar etmekte beis görmüyor. Haftalık muhtar toplantılarında yüzünden eksik olmayan tebessüm de buna işaret. "İki özel harekât polisi bana Cizre’den fotoğraf göndermişler" diye övünen bir Cumhurbaşkanı, hangi toplumsal psikolojinin taşıyıcısıdır? Ya kâğıt üstünde herkese eşit mesafede kamu görevi icra etmekle yükümlü oldukları halde Cumhurbaşkanı’na “uzun adam” diye seslenen polisler?

Erdoğan ve AKP sayısal çokluğun mutlak hükmüyle “yerli, milli, bir ve bütünleşmiş” Türkiye’yi kurmaya, kesretten vahdete geçmeye kararlılar. Uzun vadede kendi tabanlarında da yarılmaya yol açacak bir gidişat bu. Ama o zamana kadar, bu toplumsal tahribatın tarihsel nedenleri üstüne düşünmek için vaktimiz olacak.

***

İdris Küçükömer, Türkiye’deki Batılılaşma hareketinin köksüzlüğünü gösterirken Osmanlı’da üretim ilişkilerinin yeni toplumsal güçlerin ortaya çıkışını engellediğine dikkat çekmişti: Osmanlı, hiçbir zaman Batılı anlamda feodal bir toplum olmamıştı. Batı’da feodal düzende kral, mutlak hâkim değildi. Egemenliğini diğer feodaller ve Papalık’la paylaşırdı. Üretim, pazara değil küçük imalata yönelikti; kırsal bölge, kapalı ekonomi niteliğinde idi. Lonca zanaatkârlarının yaptığı sanayi imalatı, uluslararası ticaretin kurduğu ve büyüttüğü büyük şehirlerde yeni mübadele ilişkilerini doğurmuş; burjuvazinin önce lonca imalatını sonra kırsal bölgelerde ev sanayiini (manüfaktürü) kredi sistemiyle etkisi altına alması üretim ilişkilerini değiştirmişti. Merkezî teokratik krallıklar bu aşamada ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın mirî toprak sistemi ise ne feodal rejimi ne de kapitalizmin erken aşamasında görülen üçlü işbölümünü doğuracak cinsten bir toplumsal örgütlenmeye izin vermiştir. Çift bozup köylerini terk eden levent, sekban, sarıca takımı da kapitalizmin ücretli emek gücüne benzer bir toplumsal güce dönüşmemiştir (Küçükömer merkantilizmin yokluğu, Osmanlı’nın uzak denizlere açılamaması vb. başka etkenleri de sayar).

Küçükömer, bu tezleri oldukça güçlü argümanlarla savunduktan sonra Türkiye’de gerçek bir kapitalizm kurulamadığı için modernleşmenin topluma yabancı bir bürokrasi eliyle ithal edildiği sonucuna varır:

Tarihi toplum dokusu kapitalist olan Batı’nın üstyapı kurumlarını, Türkiye toplumunun başka dokulu yapısına dikmeye, ona bağlamaya çalıştıkça ve buna bağlı olarak kapitalist yetiştirmeye gayret ettikçe ne olacaktı?... Bir bünyenin kendisine takılan başkasına ait dokusu farklı böbreği ya da kalbi atmak istemesi gibi, Türkiye’nin tarihi toplum yapısı da Batı kurumlarını kabul edemeyecekti. Ve yetiştirilmek istenen kapitalistler de Batılı emperyalistlerle işbirliğine gitmek zorunda kalacaktı… Halkının katılabileceği bir şekilde gelişmeyen devrim ya da reform hareketi, yalnızlığa, soyutlanmaya hatta bunların sonucu olarak yapılan bürokratik zorlamalarla, halka karşı düşmeye mahkûm oluyordu. Bu zıtlaşma, Anadolu toplumunun tabanındaki çekirdek ya da tohumun yeşermesini önlemekte, onu hatta çürütmektedir [1].

Küçükömer’in belirttiği gibi Türkiye Cumhuriyeti'ni askerî-sivil Kemalist bürokrasi kurdu ve yıllar yılı askerî darbelerle, azınlık diktatörlüğüyle, Jakoben yöntemlerle idare olunan bir rejim yürürlükte kaldı. Siyasal İslâm da rejimin mağdurlarından biriydi. Peki, buna bakarak “Türkiye’de sağ soldur, sol da sağdır” sonucuna varılır mı?

Kemalizm’in sağ bir ideoloji olması, başka bir toplumsal kesimi veya hareketi durduğu yerde “solcu” yapar mı? Bu mantığı zorlarsak, mağduriyetin kendi başına kurucu bir irade olduğunu söylememiz gerekir. Oysa solculuk veya demokratlık her şeyden önce yaratıcı yeteneklerin, değerlerin ve ilkelerin inşa edildiği bir oluş süreci, bir varoluşsal dönüşümdür; gerçek bir alternatiften ancak o zaman söz edilebilir.

Reel-tarihi “iyi” veya “kötü“ özlerin değil çeşitli maddi çıkarları temsil eden aktörler arasındaki konfrontasyonların yaptığı bilinir. Oliver Cromwell, parlamentoyu askıya alan I. Charles’ı tahttan indirirken demokrasinin âli değerleri adına hareket etmiyordu. Öte yandan aktörler arasındaki mücadeleler sonucunda güç dengelerinin değişmesi, eski rejimin yenisiyle ikamesi her zaman bir iyiye gidiş emaresi değildir.  İngiltere’de demokratik teamüllerin ve parlamentonun sürekliliği, Kral’ın devrilmesiyle değil İç Savaş’ı izleyen zihniyet dönüşümüyle sağlanmıştır. Demokratik toplumlarda esas olan, güç mücadelelerinden galip çıkan muktedirlerin tahakküm hakkını tescilleyen yazılı belgeler değil tabandan işleyen dinamiklerle toplumsal mutabakat ortamının güvenceye alınmasıdır. Bu yüzden anayasalar, içerdikleri yazılı maddelerden ziyade kayıt altına alma gereği duymadıkları için dışarıda bıraktıkları toplumsal mutabakat normlarıyla önemlidir. 

Türkiye'de 2011’den sonra hükümferma olan düzene bakıldığında Erdoğan ve AKP tabanının toplumu demokratikleştirmek, evrensel hukuk ve etik normlarını yerleştirmek gibi dertlerinin olmadığı görülüyor. Kendileri dışında kimseyle mutabık değiller. Hal böyleyken, "onlar sağcıysa diğerleri de kategorik olarak solcudur" muhakemesinin iler tutar yanı yok. Bu konu, ister istemez, kültür meselesine, esaslı bir zihniyet dönüşümü doğuracak imkânların bu toplumda niçin bir türlü oluşmadığı sorusuna bağlanıyor.


[1] Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, s. 96, Profil Yayıncılık, 1. Basım, Eylül 2009.