Barış
Erdoğan Özmen

Hepimiz, tam anlamıyla felç olmuş bir halde, derin bir kayıtsızlık ve ümitsizlikle ülkenin adım adım savaşa sokulmasını seyrediyoruz. Başka bir ülkenin topraklarında süren bir savaşın tarafı olmamızın nedenlerini soracak mecalimiz bile kalmamış sanki. İktidarın her türlü mantık, ölçü ve hesaptan uzak takıntı ve hevesleri karşısında basiretimiz bağlanmış sadece izliyoruz. Korkunç bir boyun eğmişlikle “savaş vahşettir, savaş istemiyoruz!” ya da “ne işimiz var bizim komşu bir ülkenin topraklarında?” bile diyemeyecek haldeyiz. Yıkıcı sonuçlarını belki de yıllarca onaramayacağımız bir maceracılık ve akılsızlığın karşısında gösterdiğimiz bu teslimiyet ve çaresizliğin, bu derin irade ve güç kaybının, bu kitlenmişliğin esaslı bir sebebi olmalı.

Çünkü hiçbir seçim yapamayacak denli düştüğümüz, gerilediğimiz bu düzey, tercih yapma hakkımızın tümüyle ortadan kalktığı bu kıskaç tam da varlığımızın altını oyan bir kayıp ve açmazla ilgili değil midir?

“Ya canın ya barış” denerek insafsızca terbiye edildik çünkü. İmkânsız bir seçimle yüz yüze olduğumuz kafamıza kakıla kakıla belletildi hepimize. “Barışı” talep edersek oracıkta canımızdan olacağımız, “canlı kalmayı” seçmenin ise barışı kaybetmek ve korkunç bir savaşın ortasına düşmek –ve yine canını kaybetmek– anlamına geleceğine “ikna” edildik. İki taraftan hangisini seçer ve muhafaza etmeye kalkışırsak her iki tarafı da baştan kaybetmiş olacağımız zalim ve kanlı bir eşiğin önünde kalakalmış bulduk kendimizi. 

 

Ta ki anlayana, bildiğimiz kelimelere tercüme edebilir hale gelinceye kadar olduğu gibi –nasılsa öyle– içimizde tutalım bunu: Suruç’ta, Diyarbakır’da, Ankara’da sadece “barış olsun” demek için toplanan insanların bedenleri parçalandı bu ülkede. Kasım seçimlerine böyle gelindi. Suruç, Ankara, Diyarbakır, Sur, Cizre… Bunun illa ki tümüyle bilinçli, kendiyle tam olarak özdeş bir failin –iktidarın mesela– her yönüyle planladığı ve öngördüğü bir süreç olmasının bir bakıma herhangi bir önem arz etmediği bir düzeyden söz ediyorum. Türkiye toplumu olarak payımıza bu düştü ve mevcut iktidar bunun kısa vadeli siyasal kazançlarını gördüğü oranda sonuna kadar kullanmaktan hiç geri durmadı. Sonradan eklemlendiği bir durumsa bile, özellikle kanırtmayı ve derinleştirmeyi kendi yararına saydı.

İnsanlığımızı aşındıran, gücümüzü, irademizi, inisiyatifimizi kaybettiğimiz yarığın oluştuğu yer tam burası işte. Çünkü insanın bir özne olarak kendini konumlandırması ve ileri sürmesinin temelinde, demek, insanın sahip olduğu insanlık zemininin merkezinde büyük bir bedelle karşılığı ödenen esaslı bir seçim vardır. Lacan bunu yabancılaşmanın vel’i (ya/ya da’sı) olarak adlandırır ve soyguncuların “Ya paran ya canın!” talebiyle örnekler: Parayı seçecek olursak ikisini de kaybederiz, zira öldürülürüz; ama parayı verecek olursak da kaybederiz; paradan yoksun bir hayatımız olacaktır. Yabancılaşma öznenin başına gelen ve aşılabilir olan arızi bir kazadan, gelip geçici bir oluştan ziyade öznenin asli kurucu unsurudur. Özne kendini en temelde bölünmüş, kendinden yabancılaşmış olarak inşa eder; ne bu bölünmeden kaçış ne de bir tamlık ve bütünleşme imkânı vardır artık. 

İnsan böyle zuhur eder işte: Dil, kültür ve toplumsal çerçeve/kurallardan müteşekkil Öteki’ye tabi olmayı seçerek, bunu kabul ederek. Bir özne olmak istiyorsak eğer, bu tabiyet/boyun eğme gereklidir. Bu, tuhaf ama yine de bir seçimdir. Çünkü böylece, öznelliği reddetme imkânının da (psikotik kalmayı/olmayı seçmek anlamında; bu bağlamda psikotik bir yapı, öylece dayatılan bir şeyden ziyade bireyin kendi –bilinçdışı- inşasıdır) varsayıldığı bir düzlem açılmış olur. Yabancılaşma, bir bakıma demek ki, içinde henüz özne olmayan bir yer yaratır; bir şeyin –henüz– eksik olduğu bir yer: öznenin ilk biçimi/kılığı işte bu eksiktir. Simgesel düzenin kuruluşunu temsil ettiği ölçüde yabancılaşma, bu mecburi seçim daha önce “var olmayan” ama yine de bu seçimi önceleyen, özne için tahsis edilmiş bir şey/yer üretir.

Demek ki, özneye “yaptığım seçim yoluyla, şimdi neysem o olacağım” deme hakkı/şansı tanıyan en tayin edici momentlerden birisidir bu. “Ne var ki seçimin kendisi mecburi olsa bile, seçme eyleminde bulunabildiğimiz gerçeği öznenin neden iç veya dış güçler tarafından belirlenmediğini açıklar. Bu da öznelliğin neden daima belli bir özgürlük içerdiğini açıklar – bu özgürlük kendi savunmalarımızı oluşturma özgürlüğünden ibaret olsa dahi.”

Seçim/tercih yapma hakkımızın vahşice gasp edilmesinin bizi niçin kıpırdayamaz hale getirdiğinin, paralize ve tutsak ettiğinin anahtarını burada aramalıyız demek ki.   

Sahip olduğumuz en asli zeminden dışarı düşmek, temelli bir mahrumiyete maruz kalmak değil mi bu? Canlılığının, yine de bir ölü olmadığının bütün işaretlerini, kanıtlarını kaybetmek yani? Kasım seçimleri öncesindeki ruh halimizi yansıtan asıl kavram korku değildi belki de. Galiba asıl olarak, yanlış biçimde korku olarak adlandırdığımız ruh halini de belirleyen, dahası o korku halinin gölgesinde kalan daha derin bir yapı ve açmazın, bir tür zihinsel çöküşün içine düşmüştük.

İktidarın mütemadiyen üretmekten kendini alamadığı gerilim ve kutuplaştırma politikasını da aynı çerçeveye dahil etmeliyiz şu halde. Rahatça ileri sürebiliriz ki; kullanışlı bir strateji olarak test edildiği ve işlevselliği sınandığı ölçüde, belki daha inceltilmiş ve ‘yasal’ teknik ve kılıfların kullanılmasıyla bu savaş halinin daimi kılınması uzunca bir süre Türkiye toplumunun tam önünde duracaktır. Zaman zaman ileri geri zikzaklarla ilerleyecek olan bu tavır, o mahut gerilim ve kutuplaştırma politikasının bir tık üstü olarak görülmelidir. Ya da şöyle söyleyelim: Bundan böyle, mevcut bütün siyasi aktör ve oluşumların tasarruf ve seçimlerinden bağımsız olarak Türkiye toplumunun tam kalbinde, feci bir savaş halinin ve çığırtkanlığının, sefil bir savaş söyleminin kolayca yerleşivereceği açılmış, hazır ve daimi bir boş yer çoktan mevcuttur artık.

***

Peki ama neden? İktidarın kendini, eninde sonunda elinde patlayacak böylesine insafsız ve imkânsız bir seçim/tercih sahnesinin bir tarafı yapması, Türkiye toplumuna reva gördüğü şeyin bu olması, dolaylı da olsa bu deklarasyon yine de ilginç ve riskli değil mi? 

Cevabı fantazi kavramında aramalıyız. Mevcut iktidar için, İrfan Aktan’ın twitter’da rast geldiğim benzetmesi çok yerindeydi; “AKP iktidarı artık fren yapamaz, çünkü durursa devrileceğini biliyor, o yüzden hızını devamlı artırmak zorunda” mealinde şeyler söylüyordu. Bunu yalnızca, hep söylenegeldiği üzere iktidarı kaybetmeleri halinde karşılarına dikilecek olan muhtemel bazı suç ve hukuksuzluk davalarıyla sınırlı bir çerçevede kavramamalı, daha derindeki bir fantazi yapısıyla bir arada düşünmeliyiz tabii ki.

Egemen İslâmcı ideolojik fantazinin paranoid ve nostaljik unsurlarla iç içe geçmiş bir şekilde niçin milliyetçi ve ırkçı fantazi olduğu gerçeğine ne kadar vurgu yapsak azdır. Ya da, İslamcı çevrelerin gündelik gerçekliğini yapılandıran ve arzularının koordinatlarını belirleyen yeni-Osmanlıcı fantaziye sadece şöyle bir değinmekle yetinemeyiz artık.

Söylemeye çalıştığım şey, bu fantazi yapısının bizzat AKP için aynı zamanda gerçeklik testi kaybına yol açan bir tuzak olduğu, elinde sürekli bahis yükseltmekten ve hızını artırmaktan başka bir seçenek bırakmadığı. AKP’nin iktidar kaybına tahammülsüzlüğünün ve bunun için her şeyi göze almış görünmesinin, ve Türk milletini herhangi bir eşdeğerlik ilişkisi içinde tahayyül bile edememesinin gerisinde aynı fantezi vardır. Azıcık nesnel bir bakışın bile bir ‘çılgınlık’, ‘şuursuzluk’, sağlıksız bir aşırılık olarak derhal fark edebileceği apaçık Kürt düşmanlığı, İslâmcı kimliğin kurucu düşman ötekisi olarak Kürd'ün seçilmiş olması tam da bu fantazinin icabı, olmazsa olmaz koşulu değil midir? Memleketin bilumum ırkçı ve milliyetçilerinin birden AKP’yle aynı hizaya dizilivermelerinin gerisinde de aynı içgörü ortaklığı, aynı ortak zihniyet kalıbı yatmıyor mu? Yeni-Osmanlıcı fantezi bundan sonra, yani tam da Kürt düşmanlığı dolayımı sayesinde saf milliyetçi/ırkçı çekirdeği daha bariz hale geldikçe Müslüman bünyeyi daha çok aşındırmaya ve huzursuz etmeye devam edecek ve siyasal İslâmcılar arasındaki asıl kırılma burada ortaya çıkacaktır. Umarım… Daha sahih bir İslâmiyet arayışı ve zemininin aktörleriyle mevcut yeni-Osmanlıcı fantazinin aktörleri arasındaki bu ayrışma her halükarda memleketin hayrına olacaktır.

Ama her şeyin ötesinde kaya gibi sert ve çıplak gerçek, sıradan bir eşya gibi ortaya atılıveren yoksul gençlerin hayatları, savaş, ölüm, birden viraneye dönen kentler, mahalleler, ölü bebek ve çocuk bedenleridir. Gerisi sahiden teferruattır. İyiliğin tek ölçütü, iyi insanların önündeki biricik seçenek barıştır şimdi. Sadece bu; “Savaş değil barış istiyoruz!”