Osmanlı Nostaljisi
Barış Özkul

Osmanlı’nın klasik dönemi birkaç yıldır milliyetçi-muhafazakâr kesim nezdinde bir kayıp cennet imgesi olmaktan çıkıp yakın geleceğe ilişkin bir kehanete dönüştü. Erdoğan’ın temsil ettiği Osmanlı imgesinin toplumsal bilinçteki karşılığı, destek halkası giderek genişliyor. Can Dündar-Erdem Gül olayındaki tavrı da buna işaretti: Adalet dairesi söz konusu olduğunda, Anayasa Mahkemesi-Yargıtay hak getire, Erdoğan’dan yüksek bir yargı mercii olmayacak; Beştepe’de toplanan Divan-ı Hümayun’a o başkanlık edecek; etmediğinde Adalet Köşkü/Kasr-ı Adalet denen bir yerde divana açılan pencere arkasından kararları dinleyecek, denetleyecek. “Olmamış, bu kararı tanımıyorum” diyecek. İktidarın dümen suyunda gitmeyenlerin mülklerine Osmanlı’ya özgü müsadere usulüyle el konacak v.s. Türk tipi başkanlık sistemi-yeni anayasa başlığı altında pazarlanan rejim paketi 1924 Anayasası’yla kıyaslanıyor ama içerik ve zihniyet itibariyle Tanzimat’ın Meşveret Meclisleri’nin, hatta Sened-i İttifak gibi sultanın otoritesini belli ölçüde sınırlandıran anayasal belgelerin dahi gerisinde kalması muhtemeldir.

Osmanlı nostaljisi yalnızca hukukî üstyapının tadilatıyla sınırlı bir rejim değişikliğinin muhtaç olduğu ideolojik-moral motivasyonu sağlamak üzere devreye sokulmuş değil. Gündelik hayatın kazanılması, başkanlık sisteminin hukukî altyapısının tesis edilmesinden daha kritik bir mücadele alanı AKP için. Üzerine geçirdiği gömlekten, içtiği içkiye kadar toplumu ve sosyalleşme kanallarını yeni bir doğrultuya sokmak ancak ideoloji alanında kazanılacak bir mücadeleyle mümkün çünkü. 

AKP bu bakımdan “şanslı” sayılır. Nasıl ki Kürt illerinde aylardır yürütülen abluka siyasetini toplumun yüzde 85’i büyük bir kayıtsızlıkla destekliyorsa, Osmanlı imgesine verilen destek de AKP tabanıyla sınırlı değil. Osmanlı nostaljisinin popüler kültürdeki tezahürlerinden Muhteşem Yüzyıl’ı hatırlayalım: Kanuni’nin şehzadesi Mustafa’nın akıbetine bütün toplum, seküleri muhafazakârı, hüngür hüngür ağlamıştı. Kuşkusuz bir babanın oğlunu öldürmesi yürek dağlayıcı. Ama dizide ve klasik Osmanlı tarihyazımında sunulduğu şekliyle Mustafa’nın katli, Kanuni devrinden sonraki felaketin fitilini ateşleyici gelişme olduğu için üzücüdür. Mustafa bireysel şahsiyetiyle değil fütuhat projesini sürdürme potansiyeliyle kıymetlidir. Yoksa bebek yaşta katledilen onca Osmanlı şehzadesinin ne ağıtı yakılmış ne esamisi okunmuştur. Türk militarizminin hazmedemediği, tahtın cengâver Mustafa’ya değil sarhoş-solgun Selim’e kalması; at sırtından inmeyen, yiğit padişahlar devrinin kapanmış olmasıdır. Erdoğan’ın Muhteşem Yüzyıl’a atıp tutması bu bakımdan ilginçti, çünkü dizi aslında onun kendi hakikatini anlatıyordu.

***

Osmanlı nostaljisine bir katkı da geçen hafta Emine Erdoğan’dan geldi. Erdoğan, “Türkiye’nin 90 yıllık enkazını kaldırdık, artık yeni bir kavşaktayız” dedikten sonra 8 Mart’ta “Harem… bir okuldur, Oryantalistlerin tasvirleri yanıltıcıdır” diye ekledi. Beyanatın zamanlaması, tesadüfi değildi. Ama zamanlamasından çok içeriğine, tarihsel doğruluğuna ilişkin bir tartışma başladı.

Emine Erdoğan’ın Harem’le ilgili tesbitini daha önce Halil İnalcık aynı kelimelerle dile getirmişti. Ciddi Osmanlı tarihçileri (Leslie Peirce, Çağatay Uluçay v.b.) bu konuda mutabıktır: Osmanlı hanedanı saray dışında kendine rakip bir aile veya bürokrasinin peyda olmasını istemediği için devlet adamını kapıkulu olarak dizinin dibinde, sarayda, Enderun’da yetiştirdi (Çandarlı, Damat İbrahim Paşa gibi istisnalar hanedana tehdit oluşturacak şekilde güçlendiklerinde katledildiler). Padişah’ın hizmetinde bulunan devşirme kulların hiyerarşik örgütlenmesine benzer bir örgütlenme Harem’de de kuruldu. Harem’de görülen hizmet sadece “cinsel” değildi. İdari-mali işlerden sorumlu daye hatunlar, kethüda hatunlar; farklı ocaklarda toplanan kahveciler, çamaşırcılar, kilerciler, çaşnigirler arasında lonca esasında belirlenmiş hiyerarşiler, görev dağılımları ve nesilden nesle aktarılan usta-çırak ilişkileri vardı. Harem, bu anlamda, bir okuldu. Leslie Peirce, ayrıca Harem’den yetişenlerle Enderun’dan yetişenlerin evlendirildiğini anlatır. Bu ikisinin saray içinde paralel kurumlar olarak teşkilatlandırılması Osmanlı siyasi tarihinin bir anlamda sahnesidir: Osmanlı hanedanı klasik dönemde hem zihniyet olarak hem de mekânsal bakımdan tamamen kendine tâbi bir kapıkulu sistemi tesis etmiştir. 

Sonuçta Harem’in işleyişi ve tarih içinde aldığı biçim bir ekol oluşturur. Ama bu, Harem halkının nihai işlevinin padişahın çeşitli hizmetlerini görmek olduğu gerçeğini değiştirmez ve Türk muhafazakârlığının bu tahakküm ilişkisiyle uzun boylu bir derdi yoktur.

Emine Erdoğan da herhalde bu meseleyi Harem konusunda ciddi bir tarihçilik tartışması başlatmak için gündeme getirmedi. Aynı konuşmasında Valide Sultanlar’ın öneminden, "yuvanın başında yer almalarından", "hayır faaliyetlerini örgütlemelerinden" de övgüyle söz ediyor. Evlilik kurumunun, valideliğin fetişleştirilmesi modern sağ-muhafazakâr ideolojilerin hemen hepsinin alametifarikasıdır; dolayısıyla bunun kendi başına bir Osmanlı güzellemesi olduğunu söylemek abartılı olabilir. Diğer yandan, Ankara'da sulandırılmış bir Osmanlı nostaljisiyle “külliye” adı verilen bin odalı yeni bir sarayın inşa edildiğini; sarayın başında “kuvvetler uyumu”ndan yana olduğunu, “fiili durum” gerektirdiğinde yüksek yargı kararlarını dahi tanımayacağını beyan eden bir devlet başkanının bulunduğunu düşünürsek bütün bu Harem ve Valide Sultan hikâyelerinin ait olduğu toplumsal düzenin bir taklidinin yakın gelecekte kurulması uzak veya abartılı bir ihtimal değil. Adının hanedanlık değil başkanlık rejimi olması pek bir şey değiştirmez.