Hicran
Derviş Aydın Akkoç

Veda edilenin daha bir sevilmesinde hakikaten de bir kolaylık mı var, Benjamin haklı mı? Yoksa hicran ağrısı, dokunsan kırılacak bir yürekle karşılandığı için mi bu kolaylık? Öyle ise gidecek olana karşı yüreği olabildiğince sertleştirmeli mi, ne yapmalı? Vagona ya da gemiye binenin, yani çekip gidecek olanın konumu daha mı rahattır, oracıkta el sallayandan, hiçbir yere gitmeyenden, kalacak olandan? Gitmek bir sızı ise kalmak da bir başka sızı. Veda edilen de uzaklaşırken bakıyordur “orada” kalana elbet. Sevginin o garip, o sürekli değişen ve yeniden kurulan denklemi eş mesafelerden kaynaklanan acılar yahut kederler midir, nedir? Sevilen nesne ağır ağır uzaklaşınca, gözün menzilinden taşınca, giden ve kalan arasındaki sızı oranı eşitleniyordur belki de; Cansever’in dizesi: “ben gidince hüzünler bırakırım.” Kabul! Hem gidenin bıraktığı hüzün daha baştan kabul edilmiştir zaten, ama tersten işleyen bir süreç de var burada: kalacak olan da gidecek olana el altından hüzünler yollar, yani valizde bir yere mutlaka ilişir, o da yol alır gidenle birlikte; aşina olunmayan diyarlarda, gömlek cebinde taşınan bir kalem olur bazen, çantada bir çakı olur, yerine göre bir kitap ayracı olur, siyah beyaz çerçeveli bir fotoğraf olur, bir söz, bir jest, ya da dörde katlanmış bir mendil olur, ya da özelliksiz bir çakmak olur, her sigara yakışta kendini duyurur, bilhassa da akşam üstlerinde… 

***
Veda edilenle ilgili buruk kanamalı sözler ededursun, “son bakış” esprisinden dem vuran da Benjamin değil miydi, veda edilene atılan, veda edenin de attığı o son bakış, demek ortada iki bakış var: ama bir banka ilanının ya da bir taksi kornasının, bir simitçi tezgâhının ya da devletlû bir pankartın, alnını otobüs camına dayamış başörtülü bir kadının yorgunluğunun ya da bir gazete standında parıldayan kara bir manşetin araya gireceği, girip de yok edeceği, kavuşturamayacağı iki bakış da olabilir bunlar… Her durumda bakışamama ihtimali olan iki bakış söz konusu; “son”u erteleyen, “son”daki “yeniden”i geçiştiren, onu boşluğa öteleyen bir ihtimal bu. Bir ihtimal önünde sonunda, ama dünyanın hengâmesi göz önüne alınınca yine de güçlü. Orhan Koçak’ın şiir bahsinde söylediğine benzer şekilde, şiir ve hayat birbirlerine bakabilir ama bakışamayabilirler. Ne gam, ne dert! Bu bakışamama halinde inceden kanayacak bir yaranın olduğu muhakkak. Belki böylesi daha iyi, yani araya başka şeylerin girmesi, eşyanın, kurulu dünyanın, kalabalıkların, mağazaların, seslerin girmesi ve bakışma eyleminin bir anlığına kesintiye uğraması, boşa düşmesi, kayıp gitmesi… 

***
Evet, kesif hüzün! Hicran hususunda kelime bundan başkası değil galiba. Gelgelelim baş edilmesi, savuşturulması, yatıştırılması hiç de kolay olmayan bir duygu hüzün; hele de dünyanın bu vakitlerinde, yani yığınla namussuzluğun, sahtekârlığın, yalanın ve riyanın, akıllı telefonların, çapraşık bulanık arzuların, kirli hesapların, hinliklerin, yamyamlıkların kol gezdiği bu zamanlarda. Hüzne de sahip çıkmalı, tam da insani bir vaziyet olduğu için. Ama her şey bir tarafa, mevzu gidene de kalana da musallat olacak hüzünse şayet, elbet Turgut Uyar’ın da diyecekleri var: “-Her şey akıp gider, bir katı hüzün kalır / Her zaman geceleyin kalır o, bazan gündüzün kalır.” Fakat öyle görkemli, anıtı dikilecek, şanı yürüyecek cinsten bir hüzün değil burada kast edilen. Nitekim “hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız / Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk / Yahut bir adam bıçaklasak / Yahut sokaklara tükürsek” diyerek hüzünden kurtuluşa işaret eden de Uyar’ın kendisiydi. Hüznü “unutmak” değil, ondan “kurtulmak”; demek zorluk bağra basılmış, kabullenilmiş, hazmedilmiş. Bir iki kadeh içilse, bir sinemaya ya da tiyatroya gidilse, birileriyle politikadan, işlerden güçlerden konuşulsa kurtulmanın kabil olduğu, ama unutmanın mümkün olmadığı bir hüzün. “Her zaman” veya “bazan” arasında cereyan eden hüznün oklarına karşı Nietzsche’nin sözleri de, teselli niyetine sanki: “o kıpkırmızı hüznünü gözyaşlarına dök, gözyaşlarına dökemiyorsan şarkı söyle…” Unutmanın ve kurtulmanın hükmünü yitirdiği eşiklerde şarkılar söylemek...