Yerli ve Milli Sanat
Barış Özkul

Devlet tiyatroları genel müdürü Nejat Birecik, sezon açılışında yalnızca “yerli ve milli” oyunların sahneleneceğini açıkladı. Shakespeare, Çehov, Brecht ve Dario Fo’nun oyunları tiyatrolarda yer almayacakmış. Açıklama şöyle: “Milli, manevi duyguları pekiştirmek için hümanist vatan milliyetçisi sanatçılar olarak vatan bütünlüğüne, birliğine katkıda bulunmak amacıyla sadece yerli oyunlarla sahnelerimizi açıyoruz.”[1] AKP devrinin bir özelliği, sol lügatten devşirilmiş kelimelerle iş gören basbayağı sağcı bir hassasiyetin yerleşmiş olması. “Hümanist vatan milliyetçisi sanatçılar” tarzı bir kavram kargaşasını herhalde Türkiye dışında bir yerde açıklamak mümkün değil. Ama burada o eşik aşıldı.

Gene de soralım: “Yerli ve milli sanat” olur mu? Sanat tarihinde olduğu görülmüştür. 20. yüzyılın faşist-totaliter rejimlerinin alametifarikalarından biri “yerli ve milli” sanattır. Nazi Almanya’sında 1933’ten sonra uygulanan kültürel saflaştırma politikaları Alman sanatını Yahudilik’ten, Bolşevizm’den, bir yozlaşma belirtisi olarak görülen modernist akımlardan arındırmayı amaçlamıştı. Bu yüzden kitaplar yakılıp resimler parçalandı. Mao’nun Kültür Devrimi’nde de benzer şeyler oldu. Bu kez amaçlanan, Çin’in komünist geleceğini kapitalizmin zararlı etkilerinden arındırmaktı.  Kızıl Muhafızlar 1966’da Pekin Güzel Sanatlar Akademisi’ni basıp Michelangelo’nun Davut ve Venüs de Milo heykellerini, Apollo de Belvedere’yi parçaladılar. Akademinin dört hocası (Ye Qianyu, Luo Gongliu, Li Kuchan ve Huan Yongyu) kapitalist Batı’nın icatlarını Çin’e taşıdıkları için kemerlerle dövüldüler. Mao’nun kampüs hapishanelerine kapatılan sanatçılar ve entelektüeller binlerce kişinin toplandığı stadyumlarda “özeleştiri” vererek suçlarını itiraf etmeye zorlandılar.

Sanattan anlaşılan böyle bir şeyse, “yerli ve milli sanat” pekâlâ olur. Öte yandan komünist Çin’de veya Nazi Almanya’sında insanlığın kolektif hafızasında yer etmiş tek bir sanat yapıtı verilmedi. Tıpkı  on beş yıllık AKP iktidarı boyunca muhafazakâr kesim arasında tek bir kaydadeğer romancı, ressam, besteci veya mimara rastlanmaması gibi. Çünkü "Yerli ve milli” sanat atmosferinde Tanpınar’lar, Orhan Pamuk’lar, Yusuf Atılgan’lar değil Nihal Atsız’lar yetişir.

AKP’nin son zamanlarda sıklıkla referans verdiği Osmanlı hanedanı 19. yüzyılda Batı sanatını doğrudan teşvik etmiştir. III. Selim, II. Mahmud, Abdülaziz, II. Abdülhamid tiyatroyla yakından ilgilenen, saraylarında temsiller verdiren padişahlardır. 

Metin And, II. Mahmud’un kitaplığında beş yüze yakın tiyatro oyunu bulunduğunu aktarır: Çoğu vodvil, bir kısmı tragedya, komedya ve dram. Donizetti’nin Belisario operası Abdülmecid'in sarayında sahnelenmiştir (1843).

Şimdilerde bir despot lider figürü olarak yeniden parlatılan II. Abdülhamid de kültür ve hayat tarzı açısından muhafazakâr bir padişah değildi. 1889’da Yıldız Sarayı’na bir tiyatro yaptırıp Batılı oyunları kendi sarayında sahneletmişti.

Öyleyse bu Osmanlı öykünmesinin tarihsel bir temeli yok.

Böyle olunca, sakillik ve pragmatizmi iç içe geçiren, zevk-i selim duygusundan yoksun bir sentezin yerlilik ve millilik vurgusuyla birlikte idealize edildiğini görüyoruz. Sanatta yerli ve milli olmak, nitelikten uzaklaşmaktır ama “milli mutabakat” Türkiye’sinde sanat üzerine uzun boylu düşünmeye vakit harcayacak pek kimse de yok zaten.


[1] Devlet tiyatrolarından bir süre sonra bir tekzip yayımlandı ama bu, yükselen yerli ve milli hassasiyeti yalanlayan bir tekzip değildi.

[2] Bkz. Metin And, Tanzimat ve İstibdat Döneminde Türk Tiyatrosu: 1838-1908, İş Bankası Kültür Yayınları, 1972.