Geçmiş “Olur Biter!”
Meral Akbaş

Tarihler, kişiler, vakalar değişse de, mesela farklı aralıklarla 12 Eylül, Ermeni Soykırımı, cezaevleri, işkence, 90’lı yıllarda Kürtlerin yaşadığı zulüm konuşulduğunda, ve hatta daha konuşulmaya başlanır başlanmaz konuşmaya başlayan –artık her kimse: yerine, zamanına göre asker, tarihçi, işkenceci, milletvekili, gazeteci, kontrgerilla, hakim, savcı, polis, istihbaratçı...– ne kadar ağır ve mesulü olursa olsun az sonra söyleyeceklerini daha en baştan bir “ama” ile hafifletip önemsizleştirerek başlıyordu söze: “Tamam, orada bir şeyler olmuş ama...” Koca koca adamların geceler boyunca ve saatlerce nasıl kandıklarını, kandırıldıklarını anlattığı o yakın zamanlı televizyon programlarının birinden yine bu tanıdık cümle yükseldi: “Tamam, orada bir şeyler olmuş ama... bugünü konuşalım... bugünü bir anlayalım yani...” Sonra, geçmişin izlerinden, henüz hiç anlatılmamış olanlarla sürekli anlatılanların var ettiği bir şimdiden, dünün bazen yeni bir şey olarak zuhur etmesinden, bugünün sanki her şeyin tükenip bittiğine, geçip gittiğine dair bir ruhla yaşanıyor olduğu hissinden alıkonularak özü tek kelime bir itirafa vardı defalarca bugünü anlamak: “Kandırıldım... Aldatıldım, kandırıldım... Ben de kandırıldım... Biz de kandırıldık... Ben de onlar gibi kandırıldım...” Dün bugünün içine ancak böylesine bir pişmanlık ya da daha doğrusu tüm ağırlığından kurtulmak için bir an önce kusulan bir fazlalık olarak çöktüğünde kabul görüyordu anlaşılan. Bu fazlalık, sürekli yeni bir adamın gönüllü olarak dahil olduğu, başka bir adamın bir öncekine katılarak daha da çoğalttığı ve esasen pişman olunan tüm bu geçmişin geçiştirildiği kısacık ve ama en çok da sahiplerini düze çıkaran cümlelerle öyle orta yerde duruyor şimdi. Belirsiz, bir kez dile getirilip itiraf edildikten sonra artık konuşulması gerekmeyecek kadar değersiz, ben biz onlar derken giderek herkesi içine aldığından failsiz...: “... orada... bir şeyler... ben... ben de... biz... onlar gibi...”

Geçmiş ancak itiraf ederek ya da ettirilerek konuşulan bir şey haline geldiğinde bir tuhaf hikâye çıkıyor ortaya. Tabiatı gereği çok insanca duyulması, bilinmesi gerektiğinden resmi kanallardan geniş kalabalıklara yaygınlaştırılan itiraf, yani birbirleriyle yarışarak, ne biliyorlarsa sanki kusarak, bazı bildiklerini ne sorulursa sorulsun içlerinde tutarak konuşan bu “ben... biz... onlar...”, geçmiş/lerine dair uluorta konuşuyorlar. Ve fakat, kendilerine verilen görevleri “ama biz bunu bir örgüt şeması, bir örgüt yapılanması olduğunu bilerek değil... hizmet etme şuuruyla...” yerine getirdiklerini, ne yaptılarsa vatanları için yaptıklarını söyleyenlerin bu “yüksek” görünürlüğünde bir itirafa dönüşen geçmiş, üzerine ne kadar çok konuşulursa o kadar çok kayboluyor. 

Kaybet(tir)menin iki yanı var; bir taraftan, her ne kadar “açık alan”da yapılsa ve kamusallaşsa da, ve çoğu zaman sahiplerinin kendilerini kurtardıklarını düşündükleri anda ortaya saçtıkları tüm o fazlalığı bir an önce bölüştürmek niyetiyle başkalarını da yanlarına çağırdıkları bir davete dönüşse de şunun gibi: “İhbar hattı var, “bizim toplantılarımıza şunlar geliyor” derler. Olur biter!”; itiraf, en önce itiraf edeni çıplak ve öyle orta yerde bırakıverir. “Çıplak” diyorum, çünkü tüm fazlalığın itiraf edilerek/ettirilerek gerçekten atılması, dışarıya çıkarılması/çıkartılması gerekiyor. O fazlalığın bir ucu da, insanın kendi has hikâyesine, yakınlarına, her türlü yakınlıklarına değiyor. “Günahkâr”, kendi geçmişini silerek ve/ya yeniden anlamlandırarak, bazı kişilerden, anlardan, hatıralarından vazgeçerek ancak, mağdur ve kanmış olduğuna, yolundan dönmüş ve artık “doğru yol”u bulmuş olduğuna inandırır. İtiraf, itiraf edenin hayat dayanaklarını elinden aldığı kadarıyla sarsıcı bir etki uyandırır. Ya itiraf ettirmenin kudretiyle fazla açılıp çok konuştuğundan/konuşturduğundan, ya yerine “daha iyisi” geldiğinden, ya da basitçe misyonunu tamamladığından, artık konuşacak bir şey kalmadığından başka bir kanala geçen gazetecinin “Çocuklarınızı özlüyor musunuz?” sorusu, itirafın itiraf edenin hayatını dağıtmadan ya da dağıldığını göstermeden eksik kalabileceğinin farkındalığında sorulmuş olsa gerektir.

İtiraf, sahibinin geçmişini yıkmakla kalmaz; geniş bir zamanı tüm dün, şimdi ve gelecek bağlarından kopararak ortaya yayar. Bağlarından kopan zamanın arasındaki sınırlar unutulmuş; o sınırları kuran olaylar, kişiler, mekânlar farkını yitirmiştir: “... orada... bir şeyler... ben... ben de... biz... onlar gibi... şunlar... Olur biter!” Yani, geçmiş konuşulur; ama geçmiş, bitmiş bir şey olarak, geçmiş tüm haliyle bir kenara bırakılarak! Aslına bakılırsa, geçmiş değil de sadece, “... konuşalım... bir anlayalım yani...” arzusuyla ortaya dökülen “bugün” de hemen tüketilmiştir. Sürekli konuşarak/konuşturarak, af dileyerek/dileterek, iktidarın affına sığınarak görünürleşen “bugün” âdeta kendinden bıktırmıştır; üzerine konuşulması değersizleşmiştir.

Saatlerce konuşulan, ortaya dökülenlerden geriye kalan peki?

İçi oyulmuş bir zaman, “boş zaman”?

Ya da, daha dün gördüğüm bir altyazı belki?: “Damat adayları gelin adayını sorguluyor...”

Çoğu zaman geçmişin bugünü ve hatta geleceği de ele geçirebileceğinden söz edilir; ya da bazen tam tersine, bugünün geçmişi yeniden, yeni baştan yazdığından... Bir de, tümüyle ele geçirilemeyen bir şeylerin varlığından da söz etmek gerekir sanki. Mesela, iyi yaprak saramadığı itiraf ettirilemeyenlerden... Geriye kalan da zaten orada bir yerde herhalde; bir türlü ele geçirilemeyen sırda, zulada, hatırada... [1]


[1] Bir hikâyesi vardır Aslı Erdoğan’ın: “Tahta Kuşlar” [Taş Bina ve Diğerleri içinde, s. 11-31]. Hikâyenin sonunda “acıyla nefes alan” bir kadın kollarını kaldırır ağır ağır, “tahta bir kuşun uçmayı unutmuş kanatları gibi zorlanarak, duraksayarak...”; ve sonra, “güçten kesilerek başının üzerine... kırık kanatlar gibi birbirinin üzerine” kapanır kolları. İşte ben de, her gece televizyona çıkıp tüm ruhlarını teslim eden o koca koca adamların sırrından, zulasından, hatırasından değil de, “kanadı kırıklar”ın biriktirdiklerinden, kırık kanatların altında muhafaza edilenlerden, bir vakit uçmuş olmanın bilgisinden söz ediyorum.