Hakikati Aramak İnsanın Kaderidir (II)
Erdoğan Özmen

İsa’nın mucizevi bir şekilde Aziz Lazarus’u diriltmesi Yuhanna İncili’nde şöyle nakledilir: “İsa yine derinden hüzünlenerek mezara vardı. Mezar bir mağaraydı, girişinde de bir taş duruyordu. İsa, “Taşı kaldırın!” dedi. Ölenin kız kardeşi Marta, “Rab, o artık kokmuştur, öleli dört gün oldu” dedi. İsa ona, “Ben sana, ‘iman edersen Tanrı’nın yüceliğini göreceksin’ demedim mi?” dedi. Bunun üzerine taşı kaldırdılar. İsa gözlerini gökyüzüne dikerek şöyle dedi: “Baba, beni işittiğin için sana şükrediyorum. Beni her zaman işittiğini biliyordum. Ama bunu, çevrede duran halk için, beni seni gönderdiğine iman etsinler diye söyledim.” Bunları söyledikten sonra yüksek sesle, “Lazar, dışarı çık!” diye bağırdı. Ölü, elleri ayakları sargılarla bağlı, yüzü bezle sarılmış olarak dışarı çıktı. İsa oradakilere, “Onu çözün ve bırakın gitsin” dedi. O zaman, Meryem'e gelen ve İsa'nın yaptıklarını gören Yahudilerin birçoğu İsa'ya iman etti.”

Bereketli bir konudur bu. Nitekim, yazar Philippe Sollers de başka türlü bir hikaye anlatır bugüne getirerek ( hakikatin sonsuz olması onun asla tamamlanamayacağı anlamındadır ve edebiyat konuşmaktadır ne de olsa): 

“Tanrı Yahuda’yı değil de Yuhanna’yı arzu ediyorsa bu benim suçum mu?...Sahnelerin sıralanışını bir görelim: Tanrı’nın oğlu, Beytanya’da dostu Lazarus’u diriltiyor, medyada büyük kıyamet, televizyonlarda panik. O da bunu kutlamak için duruyor, Martha ve Mecdelli Meryem de oradalar, mezarından ve kefeninden yeni çıkan Lazarus tam formunda. Mecdelli Meryem bu aşikar tanrıya kokular sürüyor, ayaklarını saçlarıyla kuruluyor, skandal. Midesi kalkan Yahuda Kontrol Kulesi’nden 30 dolarını alacak ve aslında 30 milyar, hatta 30.000 milyar istemesi gerektiğini çok geç anlayacak. Bir orospunun oyununa gelmek! Fahişeliğin zaman zaman kutsal bir sanat olduğu nasıl aklına gelebilirdi ki? Katlanması çok zor, 30 dolarını sendikanın kafasına fırlatıyor, kendini asıyor, alttan kaçırıyor ve gelecek yüzyıllarda sinemanın büyük anti-kahramanı olarak derhal üne kavuşuyor.” [1]

Alain Badiou’nun bir hakikat sürecine ilişkin ileri sürdüğü “olay” kavramı için bir örnek/temsil düşünürken geldi aklıma “Lazarus Olayı”, yoksa bir fikrimin olmadığı dini anlam ve yorumlarıyla ilgili değilim hiç. Buna göre, başlangıçta insanın yerinde belirli koşulların bir özne olmaya çağırdığı belli türde bir hayvan vardır: Demek ki, der Badiou: 

“Belli bir anda sahip olduğu ne varsa –bedeni, yetenekleri- bir hakikatin yoluna koyulmasını mümkün kılmaya çağrılır. İnsan, henüz olmadığı ölümsüz olmaya işte bu anda çağrılır.” Bu koşullar bir hakikatin koşullarıdır. Hayvanın ötesine geçen bir özne’nin bir şeyin olmuş olmasına ihtiyacı vardır. İşte bu eklentidir olay. Hakikat süreci kesin ve inatçı bir karardan; mevcut durumla bundan böyle durumun olaysal eklentisi perspektifinden ilişki kurma kararından kaynaklanır. Hakikat sevgisi, yani durumun içinde ortaya çıkan olaya sadık olmak anlamındaki sabır ve sebat (insanın cehalet ve nefretle birlikte en önemli tutkularından biri olan sevgi hiç aralıksız pratiği ve sınaması yapılan bir sadakat süreci değil midir ki zaten?), en temelde “bu olayın eklendiği durumun içinde, durumu olaya göre düşünerek hareket etmek demektir.” [2]  

O halde tutkuyla hakikati aramakta, yani ortaya çıkan “olaya sadık kalmanın gerçek sürecinde” bir de şu vardır: Olduğum gibi kalamam artık. Olay, mevcut durumun geçerli bütün yasaları, söylemleri, ve kelimelerinden dışlandığı, onları aşan ve alt üst eden bir seviye yarattığı içindir ki “özneyi yeni bir var olma ve durum içinde davranma tarzı icat etmeye zorlar.” Başkaları yataklarında uyurken, ya da yemeklerini yer, gevezelik ederken misal, ortaya çıkan olay tarafından yakalanmak, o sırada orada olmak, daha sonra tarihe müdahale imkanını veren şeydir işte.   

***

Başka bir düzeyde şöyle de söylenebilir: Gerçeklikte hakikat için bir yer açan, gerçekliğe hakikat boyutunu sunan, hakikati “zorlayıcı ve adlandırılamayan” biteviye bir çabanın menziline yerleştiren dildir. Hakikat geri döner çünkü. Hakikat bir paradoksla malulse eğer; hakikat yerine göre “hakikatin tümünü söyleyebilmenin olanaksızlığını gizleyen bir örtüden ibaretse”, bu, hakikatin en nihayetinde kendisi için çoktan açılmış bir uzama gelip yerleşme özelliğinden değil midir? Dilin kendiyle birlikte sürüklediği şey hakikat için bir uzamdır. Nesne ile gösterge arasında bir kopma vuku bulmamışsa eğer, hakikatten bahis açılamaz. Hakikatin çetin bir mesele olarak kendini dayatması, gerçeklikle onun içinde var olan kendilik arasında bir mesafenin/boşluğun açılmasıyladır ancak. Gerçekliğin kendinde-dayanağını, kendinde-kanıtını kaybetmesi ve bir bakıma çöküşe uğraması nesne ile gösterge arasında o boşluğun ortaya çıkmasıyladır çünkü.

Bu yüzden bir hakikatin kökeni verili ve hazır oluşuna dayanmaz hiç. “Deneyimin verilmişliğini aşan daha yüksek bir düzene ait değildir hakikat; deneyim dahilinde ortaya çıkan ya da deneyimin sınırları içinde kalmakta ısrar eden tekil bir içkinlik figürüdür.” [3] 

Ne kutsal metinlerin satırlarında ne de bazı kadınların/adamların hikmetli laflarındadır hakikat. Bir esrar perdesiyle örtülmüş değildir: “Esasen, bir hakikat, olaysal eklentinin durum içinde izlediği maddi güzergahtır. Yani içkin bir kopuştur. “İçkin”dir, çünkü hakikat başka bir yerde değil durumun içinde ortaya çıkar –bir hakikatler cenneti yoktur. “Kopuş”tur, çünkü hakikat sürecini teşvik eden şey –olay- durumun egemen diline ve yerleşik bilgilerine göre hiçbir anlam taşımaz.”

Bilinçdışının hakikatin –ve ıstırabın– yeri olması bu anlamdadır: Bildiğimizi bilmediğimiz yerin bilgisidir çünkü bilinçdışı. Öteki’den gelen negatif gösterenlerin dışarı atılması, uzaklaştırılmasıyla inşa olur. O yüzden zamansızdır. Tekrar etmekten ve daima ıskalamaktan kurtulamayız o yüzden. 

***

Kibir ve büyüklenmecilik insanda en eğreti duran şeyse şayet, dahası insanın çehresini çirkinleştiren; hakikat karşısındaki acziyetimizin kaba ve zavallı bir biçimde inkarından neşet ettiği içindir bu. Totaliter figürlerin korkutucu görünümlerinin gerisindeki gülünçlükleri bundandır. 

İnsanlığın özgürlük ve eşitlik mücadelesi tarihsel ve toplumsal anlamlar üzerine bir mücadeledir. Kelimelere ve onların anlamlarının nasıl ve nerede sabitleneceğine kimin hükmedeceği mücadelesidir. Gündelik hayatta da en uzlaşmaz anlaşmazlıkların kelimeler ve onların habire çoğalan, çeşitlenen, kayan, yer değiştiren (anlam gösterenler aracılığıyla yer değiştirir çünkü) yorumları üzerine cereyan etmesi sebepsiz değildir. Althusser’in ışıltılı ifadesiyle “Sınıf mücadelesi, yeri gelir tek bir kelimede düğümlenir.” Her şeyden kopukmuş ve tam bir soyutluk düzeyinde mümkünmüş gibi duran bu temel mücadeledir ki, tam da bu özelliğiyle diğer bütün maddi mücadelelerin belirleyeni olur çıkar. Nitekim mevcut umutsuzluğumuzun nedeni, kolektif bir gelecek düşünün, ortaklaşa kurtuluş tasarısının kendi uygun kelime, söylem ve modellerinden yoksun oluşu değil midir? Eşit ve özgür bir dünya tahayyülünün mevcut atıl konumundan sıyrılması ve canlanması sadece buna, kendi uygun kelimeleriyle buluşmasına bağlıdır bugün. Dünyanın farklı coğrafyalarındaki çok katlı huzursuzluğun, kendi hesabını daha baştan kapatan isyanların, en korkunç biçimlerde kendine dönen öfkenin, hiçbir şeyi olmayan ve dışarı atılmışların itirazının kısa sürede en feci şiddet gösterilerine dönüşüvermesinin, bu ölümcül ve kaçınılmaz tekrarların gerisinde de aynı eksiklik, insanlığa ortak bir gelecek ufkunu gösterecek, demek, ona bir varlık kazandıracak kelimelerin eksikliği yok mudur? Söz konusu uzaklığın/boşluğun, karşılıksızlığın sadece giderilecek olmasının uyandıracağı sevinç ve heyecan bile yeterince iyileştirici olacaktır.


[1] Philippe Sollers, Medyum, (Çev. Aysel Bora), YKY, s. 13-14, 2016.

[2] Alain Badiou, Etik, (Çev.Tuncay Birkan); Metis yayınları, 2004.

[3] A. Badiou, “Hakikat: Zorlama ve Adlandırılamayan”, (çev. İsmail Yılmaz) MonoKL Lacan sayısı içinde.