Hafıza Mekânları
Aksu Bora

Ursula LeGuin’in nefis bir metni vardır: Çuval Kuramı ve Kurgu (Kadınlar, Rüyalar ve Ejderhalar içinde, çev. Deniz Erksan, Metis Yayınları). LeGuin burada kadınların kültürün ortaya çıkışındaki rollerinden bahseder, erkek-avcı-kahraman mitiyle tatlı tatlı dalga geçer: 

“Pek çok kuramcı, en erken kültürel buluşların toplanan ürünlerin içine doldurulduğu bir kap ve bir de file gibi bir taşıma gereci olması gerektiğini belirtiyor.’ (…) Ama yo, olamaz. O harikulade, büyük, uzun, sert şey nerede? Hani yanlış hatırlamıyorsam bir kemikti de bu, filmde Maymun Adam bunu alıp ilk defa birinin beynini göçertmiş sonra da dünyanın ilk kitabına uygun cinayetini işledim diye aşka gelip havaya fırlatmıştı, o da havada döne döne uzay gemisi olmuş, kozmosu yarıp döllemiş, filmin sonunda da (her nasılsa) bir rahime, herhangi bir koruyucu çerçeveye gerek duymadan Samanyolu’ndan süzülen güzel mi güzel ve elbette erkek bir cenin yaratmıştı? Bilmiyorum. Umurumda bile değil. Ben o hikâyeyi anlatmıyorum. Onu daha once duyduk; bütün o sopalar, mızraklar, kılıçlar, o beyin göçerten, saplanan, vurulan şeyler, o uzun ve sert şeyler hakkında işitmediğimiz kalmadı; ama içine bir şeyler konan şeyi, mazrufun zarfını şimdiye kadar hiç dinlemedik. Bu yeni bir hikaye. Yeni bir haber.”

Yeni bir haber. Çok eskiden gerçekleşmiş olması onun yeniliğine halel getirmiyor. Değil mi ki biz bu hikâyeyi ancak elli yıl kadar önce duyabildik, ta 1975’de, Sally Slocum “Woman the Gatherer: Male Bias in Anthropology” makalesini yazıp “o sırada kadınlar ne yapıyordu?” diye sorduğunda [1]

“O sırada kadınlar ne yapıyordu?” temel bir soru. Feminist bir soru. Hikâyeyi yeniden yazmayı gerektiriyor. Kahramanın değişmesini göze alarak; kahramanlık fikrimizin değişmesini göze alarak. Ne de olsa toprağı kazıp çıkardığın yumruları bir çuvala doldurmak, cazibe açısından mızrağı fırlatıp bizonu öldürmekle yarışamaz. Ama dünyanın gerçeğine, insanın hakikatine biraz daha yaklaşmak istiyorsak, sormadan olmaz: O sırada kadınlar ne yapıyordu?

“Tarihin, coğrafyanın, antropolojinin, sosyolojinin... feministi mi olurmuş” sorusunu her duyduğumda, insana ve dünyaya dair bütün o hikâyeler, hikâyelerin erkek kahramanları geliyor aklıma, “o sırada kadınlar ne yapıyordu” diyebilenlere, demiş olanlara, şükran duyuyorum. Onlar olmasa, uzayı delip kozmosu dölleyen mızrakta kalabilirdik pekâlâ. Değil mi?

İşte bunlardan bazıları, 2012 yılında, İstanbul Kadın Müzesi’ni kurdular. “İstanbul’un 2674 yıllık kadın tarihini gündemde tutan, kadın belleği oluşturan bir onurlandırma ve bilgilendirme mekânı...” olarak. Şimdilik sadece dijital bir mekân: www.istanbulkadinmuzesi.com İstediğiniz yerden, istediğiniz saatte ulaşabiliyorsunuz. Müthiş kadınlarla tanışıyorsunuz, kadınlarla ilgili akademik çalışmaları okuyabiliyorsunuz, kendinizi dostlar arasında hissediyorsunuz. Dünyanın pek çok yerinden, pek çok kadın, bu arşivin oluşturulmasında, başka dillere çevrilmesinde, ulaşılabilir kılınmasında emek vermiş. İstiyorsunuz ki, bu bellek mekânı büyüsün, genişlesin, çoğalsın. Dünyanın hakikatinin o uzun ve sert şeylerden ibaret olmadığını unutmamak için.


[1]  1966 yılında, Chicago Üniversitesi'nde, antropoloji tarihinin en önemli konferanslarından biri düzenlenmişti: “Man the Hunter” (Avcı Erkek/İnsan). Kültürün ortaya çıkmasını mümkün kılan şeyin insanın (yani erkeğin) avcılık faaliyeti olduğunu varsayan bu konferansta herhangi bir kadın antropolog yoktu. Daha sonra burada sunulan makalelerin yer aldığı bir kitap yayımlandı. Alt başlığı şuydu: The First Intensive Survey of a Single, Crucial Stage of Human Development-Man’s Once Universal Hunting Way of Life (İnsan Gelişiminin Biricik, Kritik Basamağına İlişkin İlk Derinlemesine Araştırma-İnsanın (Erkeğin!) Bir Zamanlar Evrensel Olan Yaşam Biçimi, Avcılık). LeGuin’in dediği kadar vardı yani!