İnsanın İçi Neresidir? (II)
Erdoğan Özmen

İnsanı, insanın kendini nasıl yarattığını, asla bir sona ulaşmayan, tamamlanmayan bu oluşma sürecini daha yakından –daha saf haliyle demek ki – kavramak için uç ve aşırı örneklere bakmalıyız belki de; “bıkıp usanmadan bir matematik problemiyle uğraşan, karanlıkta çalışmanın getirdiği nankör ve tüketici kafa karışıklığından sonra tam zamanında çözümü bularak aydınlığa kavuşan araştırmacıya” örneğin. Doğal, kendiliğinden bir ön-varoluşa sahip varlık olmanın ötesidir, ötesindedir insan. Hem bir duruma, statükoya mıhlanmış hem de mütemadiyen o verili koşulu aşmak, ondan kopmak ‘kaderiyle’, bu sevinçli huzursuzlukla mümkün bir varoluştur insanınki. 

Çocuk ile Öteki arasındaki ilişkinin organizma ile dış dünya arasındaki sıradan mübadelenin yerini almasıyla varoluşumuza aşkın, tarih-aşırı bir boyut eklenmiş olur. Varoluşumuzu yoğunlaştıran en önemli jesttir bu: Annenin memesinden diline geçeriz. Konuşmalarımızın, duygu ve davranışlarımızın oluşturucu matrisi özne ile biyolojik bedeni arasındaki tek yönlü ilişkinin sınırlı alanından çıkıp, özne ile Öteki arasındaki karşılıklı ve karmaşık ilişki ağına -ilkini de kendi terimlerine tercüme eden ve o haliyle koruyan bir ağdır bu- yerleşir. İnsanın haz ve acı, suç ve kefaret, kayıp ve yas, hüsran ve tatmin, keder ve sevinç, ölüm dürtüsü ve yaşam dürtüsü ikilikleri/karşılıklarıyla genişleyen ve çoğalan kendini inşa etme hikâyesi, yani psikanalitik teori bir bakıma o matrisin ete kemiğe büründürülmesidir. Bir ailenin ve toplumun/kültürün içindeki bireyi, bir hayvan türünden başka bir şeye, Marx’ın türsel varlık dediği; “insanı hayvandan ayıran yaşamsal gücün, yaratıcı kapasitenin, yeteneklerin, duygu ve zekânın, hayal gücünün varlığına” dönüştüren bu hikâyede artık din yoktur. Nihai düzenleyici ilke/fikir olarak Tanrı yerine aile/toplum ve kültür/dil vardır artık. Psikanalizi en güçlü din-dışı/seküler arayışlardan birisi yapan - onu bir tür “gerici” ideoloji sayan ahmakça tavrın kavrayamadığı- alt-üst edici, devrimci niteliğin temayüz ettiği yerdir burası.

Haz veren ve bedensel gerilimi yok eden dışarının (annenin sütü örneğin)bedenin içine alınması, bedenselleştirilmesinin yerini Ötekinin gösterenleri ile özdeşleşme alır. Ya da tersi; memnuniyetsizliğe ve gerilim artışına yol açan, acı veren gösterenlerin reddedilmesi ve bilinçdışına itilmesi söz konusudur artık. Demek ki dil, bilinçdışını ve bilinci eşzamanlı ve eş-tözlü bir biçimde inşa eder. İçi dıştan ayıran sınırın muğlak ve çok-anlamlı olmasının, iç ve dışın basit bir karşıtlığa indirgenemez oluşunun ve psikozun (bir tür gerçeklik kaybının) insan ruhunun asli bir boyutunu oluşturmasının gerisinde böylesi bir dinamik vardır. İçin ve dışın, iç dünyanın ve dış dünyanın, nesnel gerçeklik ve ruhsal gerçekliğin bu denli iç içe ve birbirine dönüşebilir olmasının nasıl bir güçlük ve açmaz yarattığı yeterince açık olmalı. İnsan bu külfeti ve tekinsizliği, bu kaygı veren ve kafa karıştıran zemin kaybını (“Neredeyim tam olarak, şu anda nerede duruyorum, yönüm nereye doğru, bana ulaşan bu etkileri, his, düşünce ve duyumları nerede konumlandırmalıyım?”) telafi edebilsin diye var dinler, belki de. Örneğin, günahkârların kötü amelleri için ateşler ve acılar içinde yanacağı gerçek bir yer olarak cehennem tasviri, içinde kavranamaz ve zapt edilemez karanlık güçlerin fokurdadığı bir iç dünya, İd, bilinçdışı metaforu değil midir aslında? Ve de böyle bir bilinçdışı vehmettiği için başarısız bir metafor üstelik.

Diğer yandan ama, insanın ölümsüz bir varlık olmasının gerisinde de aynı “olay”, Ötekinin gösterenleriyle hiç kesilmeyen bir değiş tokuş döngüsüne yakalanmış olmamız yok mudur?

Badiou’nün sözleriyle; “(...) ölümsüz oluşumuz dediğimiz şey hakikat kapasitemizdir. Koşullara bağlı olarak, bilim, aşk, siyaset ya da sanat kapasitemizdir, çünkü bence bütün hakikatler bu evrensel adlardan birine ya da ötekine aittir.” İnsan-özne tam da bu kapasitesi sayesinde hayvanın ötesine geçebilir. Bu yüzden işte, insanın ölümlü bir varlık, ölüm-için-varlık olarak kavranmasının ne denli küçük düşürücü ve insanı tam merkezinden ıskalayan bir tavır olduğunu daha çok fark etmeliyiz. Umutsuzluk ve kasvet zamanlarında insanı ölümlü bir varlık olarak koyutlayan tüm o sağcı klişelerin böylesine yaygınlık kazanması sebepsiz olmamalı.

İnsan ölümsüzdür: Bunun için bir kez daha, ikbal peşinde koşmanın vaat ettiği sıradan rahatlığı elinin tersiyle itip ya da hiçbir adaletin olmadığı bir dünyaya katlanamayarak, özgürleştirici siyasetin çağrısıyla tam ortasından yarılan, demek, devrimci bir öznenin oluşumuna katılmakta hiçbir tereddüt göstermeyen insanı düşünelim. Kendi dünyasıyla birlikte bütün dünyayı değiştirmek için ileri atılan, kendini yakalayıp parçalamış olanı kendi varlığında yakalayıp taşımak sebat ve cesaretini gösteren insanı… İnsan ölümsüzdür çünkü. Tüm bunlar ne ki!