Unutursak...
Aksu Bora


“Rozenfeld” imzalı bu çizim, muhtemelen 1941 yılına ait. Nazi işgali altındaki Varşova gettosunda bir cenaze. Rozenfeld’in kim olduğunu bilmiyoruz. Sonradan “Rozenfeld’in Getto Günlükleri” diye anılacak bir dizi çizimdeki imza bu. Kağıtların altında, yanında, arkasında, bazı notlar da var. Rozenfeld tarafından yazılmış. Her birinin hikâyesi anlatılıyor. Kişiler hakkında bilgi veriliyor. Mesela bu çizimde, “hamalın karısının cenazesi” notu var.

Çizimler, çamura bulanmış bir süt güğümünden çıkmış. 1946 yılında, savaş bittikten sonra. Biliyorsunuz, en feci savaşlar bile biter. İşkenceler, toplama kampları, katliamlar… Geride insanlar kalır. Yaralar, yıkıntılar, yaslar. İşte Varşova’da yaşayan bazı Yahudiler, savaş bittiğinde geride kalacak insanlara kendi hikâyelerini bırakmak istemişler. Emanuel Ringelblum isimli bir tarihçinin önayak olmasıyla, dünyalarını bir takım teneke fıçılara, süt güğümlerine doldurmuşlar: Afişler, sinema biletleri, konser davetiyeleri, günlükler, yeraltı gazeteleri… Sonra da bu hazineleri gömmüşler. 

Ringelblum ve ekibi, tarihe kayıt düşmenin önemini biliyormuş belli ki. “Şabat Eğlencesi” kod adlı çalışma, sadece gündelik hayatın nesnelerini ve kayıtlarını içermiyor. Görüşmeler ve notlar da var.   

Şabat Eğlencesi ekibinden sadece üç kişi hayatta kalmış. Nazi dehşetiyle kuşatılmış, açlığa mahkûm edilmiş insanlar. Sağ çıkma umutları pek yok. Ama savaş bitecek, dehşet bitecek. Biliyorlar. Bu dehşetin sonraki kuşaklara aktarılması gerek. Sadece dehşetin değil, onun içinde yaşayan insanların izlerinin, hikâyelerinin de. 

Ringelblum, daha 1920’lerde, tarihin “yukarıdan” yazılmasının nasıl eksik kaldığını yazmıştı. Bir Polonya Yahudisi olarak, “yukarısı” ve “aşağısı” hakkında bilgi sahibi olduğunu tahmin edebiliriz. Büyük Soykırım Anlatısının hangi tecrübelere kör kalabileceğini de. İşbirlikçi yahut kahraman olmayan, sıradan insanların bu dehşeti gün be gün nasıl yaşadıklarına mesela. Hamalın karısının cenazesinin nasıl kaldırıldığına. Hırsızlık yaparken yakalanan aç çocukların Nazi subayının karşısında nasıl korkuyla büzüştüklerine. Minik bebeğin doğumunun babasının içini nasıl endişeyle ama aynı zamanda sevgiyle doldurduğuna…

Ringelblum Arşivi, bir başka iz bırakma projesine ne kadar benziyor ve hiç benzemiyor: 18. Yüzyıl Ansiklopedistlerine. Onlar, insanlığın bildiği her şeyi biraraya getirmeyi amaçlamışlardı. Öyle bir eser yaratacaklardı ki, kuşaklar boyunca insanlığın bilgi hazinesi olacaktı. Her kuşak, öğrendiklerini bu hazineye ekleyecekti. Hep daha çok şey bilecektik, hep ileri gidecektik. Acıları ve dehşeti kayda geçirmek akıllarına gelmemişti. Dünyaya nereden baktığınla ilgili bir şey muhtemelen.

Bu önemli bir fark. Aynı zamanda, “dünyanın bilgisi” yahut “dünyanın acısı”nı kaydetmekten ibaret bir fark değil. İkincisinin her bir tecrübenin biricikliğine değer vermesiyle, hiçbir tecrübeyi unutulmaya bırakmama kararlılığıyla da ilgili. 

Yaşadığımız şu günler, çeşitli dehşetlerle dolu. Evi başına yıkılmak, yanlış saatte yanlış yerde olduğu için öldürülmek, çocuğunun kaybedilmesi, işinden atılmak, “sosyal ölüm”e mahkum edilmek… Bunların hiç birini unutmayacağız. Bugün var yarın yok twitter hesaplarında “unutursak kalbimiz kurusun” yeminleri içtiğimiz için değil. İçinden geçmekte olduğumuz dehşet bizi biçimlendirdiği, yamulttuğu, yaraladığı için. Bazı sembolleşmiş olayları, kişileri, cinayetleri de unutmayacağız. Bunlar ortak belleğimize kazındı. Kayda geçti. 

Ama mesela, “çocukların kanı oğlumun üzerine gelmişti”yi, “beyaz bezle çıktık, bağırdık silahımız yok diye”yi, “beni atsınlar, atsınlar kurtulayım”ı unutacağız. “Her an ölüm yanımızdaymış gibi hissettik biz”i bilmeyeceğiz bile. “Kimin kimi ihbar edeceği, kimin kimi suçlayacağı belli olmadığı için…”i tahmin edeceğiz belki. 

Bizi biçimlendirmiş, yamultmuş, yaralamış bu dehşeti kaydetmeliyiz. Kaydetmeliyiz ki sağ kalanlarımız kendilerine ne olduğunu anlayabilsinler. Kaydetmeliyiz ki gelecek kuşaklar bize ne olduğunu bilsinler.