Zincir
Derviş Aydın Akkoç

İnsanın çekip gidesi geliyor ya bazı; uzaklara, yüz bin yıllık uzaklara, ama gidemiyor, kalıyor olduğu yerde. İşler var çünkü, zorunlu. Borçlar var, bekleyen. İlişkiler var, etkileyen. Şehir var, amansızca tutan. Şehir varsa elbet “kopkoyu kent otogarları” da var. Biliyor bunu. “Kopkoyu” da olsa otogar. Orada hem de. İnsan ürkek kırılgan bakıyor oraya, görüyor sınırları, ama gidemiyor. Demek bir şeyler eksik: cesaret, güç, güven, iman, hepsi. Kaçırıyor bakışlarını, onu ötelere götürecek o otogarlardan. Böyleyken denizlere de atamıyor kendini, öyle ya, “serde erkeklik var” ağlayamıyor da, kalıyor olduğu yerde. Karada. Kalsın. Afallatan kalabalıkta bir ıssızlık. Yanıp sönen ışıklar ortasında bir damla karanlık. Açılıp kapanan ağızlar arasında zincirlenmiş bir dil. Öylece. 

***

Boyunduruğa alınmış zavallı dilin, zavallılığını unutup da bir hikâyeyi delik deşik etmeye heveslenmesi, zamansız. Ama ne gerek var ki buna da. Kararlı bir üşengeçlik. Çarpıntılı yürekte tarihsel bir yadırgama. Ardından susma nöbetleri. Bazı “belki” diyerek yeniden yeltenme. Konuşmaya. Ama ağızda zincirlenmiş bir dil, halkalarında kan izleri. Bir yutkunma hareketi, belli belirsiz. Damaktan boğaza, boğazdan mideye, mideden ruha akan acı bir su. Dipsiz bir tiksinti dalgası sonra. İnsanın kendine bile tahammül edememesi, kendine verdiği bütün randevuları iptal etmesi, telefonlara hiç çıkmaması. Ve böylesi eşiklerde gelip yoklayan bir köpürme, taşıp saçılma isteği: “Ulan bileyciler,” kimseniz artık, azıcık rahat bırakın lan adamı! 

***

“Nasıl yaşanıyor bu vesayetli dünyada”, yaşanamıyor. Boğuk tıkanmalar, yoksulluktan. Süt gibi kesilmeler, beklemekten. Gırtlakta kaşıntılar, susmaktan. Ama neyse ki, az ilerde bir köprünün tarihi. Badanası yıllanmış eski bir ev görüntüsü. Bir ağacın dibinde bir çocukluk sancısı. İki büklüm bastonlu bir ihtiyarın kaldırımlara sürüdüğü ayakları. Çarpık çurpuk binaların pencerelerinde güneş çizikleri. Ve caddeler boyunca uzanan doğurgan ilanlar. O müdanasız vitrinler. Askeri konvoylar. Kırışmış devlet daireleri. Vatandaşlık numaraları. Olanca uğultusuyla insanlar. Pazar yerlerinde çın çın topuk sesleri. Kuru kalabalık. Toplum. 

***

Hiç değilse bir rüzgâr esse. Alıp götürse ne var ne yoksa, tüm duyguları, arzuları, hayalleri, acıları ve hüzünleri. Alıp götürse zamanı da heybesinde. Tozuyarak yok olsa benlik-ler. Harfler alfabe zindanından kopup savrulsa. Anlamların, deneyimlerin, bilgilerin yerinde yeller esse. Esmiyor ama. İnsanın –kalmak zorunda olduğundan herhalde- kimi bir iki cam çerçeve kırası da geliyor. Madem rüzgâr da esmiyor. Bari bir şeyler parçalansa. Kıramıyor ama hiçbir şeyi. En fazla kendini. Kırsa da dünyanın gürültüsünden işitilmiyor zaten. İnsanın sorası da geliyor tabii (insanın ne çok şey yapası geliyor, Allah kahretsin!): Ah, o serin Mayıs akşamları, neredesiniz! Külrengi asude uykular, ne oldu size! Ey kavak ağaçları, yapraklarınız neden suda balıklar gibi çırpınmıyor artık! Ey nazlı üveyikler nereye göçtünüz! Ya bu betonlar da neyin nesi böyle, her yanda! Ah bu betonlar, bu betondan ideolojiler ve ahlaklar, bu betondan siyasetler ve insanlar...

***

İnsan hiçbir yere gidemez. Sokak ortasında bir sigara yakar, nedensiz. Ceplerinde bir şeyler arar, nedensiz. İsimler geçirir aklından, o da nedensiz. Böyleyken en iyisinin susmak olduğunu anlar anlamasına ama, duramaz, bu kez de kendiyle konuşur: “anlaştığımız dilleri bulana lanet olsun!” Kalır olduğu yerde, çoğun hayıflanarak. Zincirli. Kan gibi kuruyup kararır. Ve evet, insanı kalma anlarında tokatlar en çok da, çaresizlik denen ifrit...