Kişilikler Çözülürken (I)
Erdoğan Özmen

Yeni bir ses lazım bize. Hepimizi bir geleceğe, ortak geleceğimize çağıran güçlü bir ses. O geleceğin en berrak sözcüklerle temsil ve ifadesi için eksikliğini çektiğimiz güç ve kapasiteye çoktan sahip olduğumuzu ilan etmek, mevcut muhtaçlığımızı sonlandırmak için… Bu korkunç insanlık, uygarlık ve ahlak krizini aşmamızı sağlayacak umut, inanç ve tutkuyu, zaten içimizde olanı yeniden bulmanın, o kutlu keşfin vesilesi olmakla yetinecek bir ses. Demek büyük bahislerin, ardı arkası gelmeyen kişisel başarıların, bireysel çıkarların, benliği aralıksızca parlatma ve şişirme seanslarının, yorgunlukların değil alçakgönüllülüğün sesi. Sermayenin, sermayenin kural ve değerlerinin hükmettiği bir düzene ve onun negatif ikizi olan çeşitli nihilizm biçimlerine (dinci, milliyetçi ve sapkın bağnazlıkların); toplum ve bireylerdeki ölümün, yok etme ve yıkmanın güçlerini kışkırtarak varolan bu işleyişe mahkum olmadığımıza, ölüm dürtüsünün ete kemiğe bürünmesi demek olan bu cenderenin ötesine geçebilecek cevher ve yaratıcılıkla donanmış olduğumuza şahitlik edecek bir ses. 

Artık burada inat edemeyiz çünkü, mevcut halimize tutunarak var kalamayız. Kaybettiğimiz şeyin huzur dolu, ahenkli, barış ve mutluluk içinde bir hayat ve toplum olduğu ve onu yeniden geri kazanabileceğimiz yalanına sarılamayız.   

Şimdiki hayat ve toplum biçiminin varıp varacağı yerde değil miyiz çoktandır? Tam burası değil midir çoktandır bizi bekleyen akıbet: İnsani olan ve toplumun/toplumsallığın çerçevesini çizen, demek içini dolduran her şeyin; ahlakın, kültürün, yasa, kural ve değerlerin parçalanıp çürüdüğü o uğursuz eşik. Daha da dehşet verici olan, arsız bir cehalet tutkusu/arzusuyla herkesin bir diğerini zahmetsizce ve birden ortadan kaldırılması gereken düşman konumuna düşürüverdiği bir kapanda kısılı kalmış olmak. Sorumluluk ve suçluluğun yerini zevk ve şehvet hislerinin aldığı bir zillet anı.   

Yeni bir ses, bu yüzden, hemen. Yeniden kendimize, kendi insanlığımıza, kendimizdeki ve başkalarındaki hayatın ve iyiliğin ve vicdanın ve adalet duygusunun güçlerine inanmamızı sağlayacak bir ses. Aramızdaki yüce kardeşlik bağını, sadece o bağa yaslanarak yeni bir ortak hayatın, sevinçli bir ortaklığın, yeni ve adil bir toplumsal sözleşmenin inşasına girişebileceğimizi, buna muktedir olduğumuzu ve asıl buna güvenmemizi fısıldayacak kulaklarımıza: Kendimizi kaptırdığımız şeylerle, imgesel özdeşimlerle, zorunlu tüketim ve eğlence pratikleriyle, bıkkınlık verici sahne performanslarıyla, zavallıca güç gösterileriyle biçimlendirdiğimiz benliklerin gölgesinde kalmış, unutulmaya yüz tutmuş ama daima orada olan şeyleri yeniden duyalım diye. Kendini kandırmanın sayısız yolunu bilen insanın kendi adına konuşacağı sayfa açılsın diye.   

Birbirimize dünyanın en güzel gözleriyle bakabiliriz, yeniden… o güzel ihtimalin sesi işte.
Bizi burada, bir avuç zenginin ve sermaye medeniyetinin ve açlığın, yokluğun dünyasında kalmaya, çocukların denizlerde boğularak, sınır boylarında donarak –anasız babasız bir başına- topluca öldüğü bir dünya ile yetinmeye ikna etmek isteyen bütün çağrıları ve ortaklık tekliflerini işitilmez kılacak… İnsanlık vicdanının sesi olacak bir ses, bir de demek ki.

***

Sürekli ruh sağlığı istatistikleri yayınlanıyor ya, depresyonun ya da kaygının (panik bozukluğun) filan ne kadar arttığını bildiren. Dünya Sağlık Örgütü'nün depresyonu bir numaralı sağlık sorunu ve engellilik nedeni olduğunu ilan eden istatistikler. 

Daha temel bir şeyi göstermiyor mu aslında tüm bu depresyon hikayeleri: Belki de depresyon, tek amacı –birbirinin koşulu olacak biçimde- kendini ve insanlığın genel sefaletini durmaksızın yeniden üretmek olan bir sistemin, mütemadiyen daha fazlasını tüketmeyi sağlayacak hayatlar yaşayarak ve rakip diğerlerini saf dışı bırakarak kendisine katılmamıza yönelik müstehcen, insafsız ve kötücül buyrukları karşısında itaatkar ve tabi varoluşumuzun bedelidir sadece. Hiçbir şey için hiçbir kudrete sahip olmayanların, güçsüz ve kimsesizlerin, kenara atılmış ve gözden çıkarılmış olanların, elindekini ve kısıtlı imkanlarını her an kaybetme korkusu ve endişesiyle yaşayanların tutundukları ve sürdürmek zorunda kaldıkları bir yanılsamanın acı bedelidir. 

Ölümün ve yıkımın güçlerini harekete geçirerek, ölümcül bir üstünlük yarışması, daimi bir performans hali ve yıkıcı rekabet koşullarında başarısız ve yetersiz olmanın utanç ve suçluluğunu maniple ederek işleyen bu ölüm-ekonomisi dünyasında tek sığınağımızdır artık depresyon. Dahası, kendi varoluşumuz ve eylemlerimiz karşısında düşünme yeteneğinin ve simgesel bir mesafe oluşturabilme kapasitesinin kaybı nedeniyle kendimizi ya tümüyle suçlu ve utanç içinde (yani depresif) ya da mutlak anlamda masum (yani psikotik/paranoyak) hissetme seçeneklerine gark olmuş haldeyiz çoktandır.

Ayrıca, depresyonun ruhlarımıza ait olmasının yanı sıra bir de bu yönünün, yani daha temel ve şiddetli (ve anlaşılması daha güç) bir müşkülat karşısında savunma girişimi olmasının bütünüyle üstünü çizerek, bir “engellilik” nedeni sayılmasının gizlediği (ve ifşa ettiği) şey yeterince manidar değil mi?   

Ya da, kişiliklerimizin giderek çözülüyor ve parçalanıyor oluşunun semptomudur belki de depresyon. Kişiliklerimizin daha ilkel/ilk dönemlerine gerilemekte ve içeriklerini kaybetmekte oluşunun, içimizde açılan boşluğun, o boşluğu doldurma ve canlılığımızı muhafaza etme –ve kendimize kanıtlama– ihtiyacının yakıcı bir hal alışının semptomu. Depresyonun cisimleştirdiği şey dağılmış, kendi hayatiyetinin biçimlerinden emin ve memnun olmadığımız ve bocalayan bir varoluşu –başka bir dizi bağımlılık ve sapkınlıkla birlikte– sakınan ve destekleyen bir çıpadır belki de. O yüzdendir belki de, depresyondan bir heyuladan söz edilir gibi söz edilmesi.