Borderline Hayatlar, Borderline Toplum (II)
Erdoğan Özmen

Öksüzlük ve yetimlik çağı bu. Yalnızlık ve kimsesizliğin bütün göğü kapladığı ve kararttığı bir çağ. “Beni ben yapan, kendimde inşa ettiğim ve tanıdığım/bildiğim ne varsa senden ötürü, senden yola çıkmak sayesinde, senin ışığının aydınlığıyla…” İnsanın hikayesinin belki de en ışıltılı jestini özetleyen bu ifadenin hiç yeri yok artık hayatlarımızda. Günümüzün öznesi tutkulu bir arzuyla başka biri olmak ve kendini aşmak isteyen biri değil artık.   

Başkalarıyla kurulan iyi, sevgi dolu ve ortaklaşa olarak doyurucu her türden ilişkinin kolayca parçalanabilir ve dayanıksız olduğu, ve böylesi her ilişkinin kendi bünyesinde, kendini daima baskıcı ve zalim bir ötekinin saldırısına maruz bırakacak bir nüve taşıdığı duygusunun bütün benliği sardığı bir kötülük zamanı. Kötülüğün arızi olmaktan çıkıp sıradanlaşması ve toplumun egemen düzenleyici ilkesi katına yükselmesi. Birden gerçekleşti bu: Tümüyle kötü bir dünyada sağ kalmamın ve canlılığımı korumamın koşulu benim de kötü olmamdır, ya da ben zaten bu yüzden –dünya kötü olduğu için- kötüyümdür.

Zamanın özgürlük, sınırsızlık, kuralsızlık, serbestlik teklif ve vaatleri de benzer bir arkaplana yaslanmıyor mu: Ben-idealleri (ego-ideal) çöktüğü ölçüde/için yalnızca kendisi olmak isteyen bireyin talebi sadece budur artık. Arzusundan vazgeçmiş ve sıradan ihtiyaçların ve talebin sırasına gerilemiş bireyin. Belli bir düzeyde büyük anlatıların ve Ötekilerin kaybına karşılık gelen ego-ideali yokluğu bir anlamda üst-benin (süper-ego) simgesel boyutundan kopması demektir. Süper-ego böylece müstehcen ve acımasız –sadistik- özelliklerine sıkışır/indirgenir. İçimizdeki hesap vermeye, sorumlu ve suçlu hissetmeye çağıran failin yokluğunda tutum ve eylemlerimize atfettiğimiz anlamları tam bir kayıtsızlıkla kuşatırız. Burada bizi bekleyen feci akıbet saf ahlak yoksunluğudur. En korkunç alçaklık ve düşkünlüklerin, en tiksindirici söz ve tavırların, şahit olmaktan bile utandığımız ‘insanlık’ hallerinin mayalandığı vasattır burası. Böylesine yaygınlık kazanmış ahlaksızlık ve sahtekarlığın –hakikat bağının kopmasının– gerisinde demek ki, kendini kendi eyleminden ve eyleminin sonuçlarından muaf ve yok sayan birey için, bunun –aynı ahlaksızlık ve sahtekarlığın- müstehcen bir armağana dönüşmesi vardır bir de. En ince, en acılı, en nazik konularda bile aynı hoyrat ve kalpsiz tavırla, karınlarının boşluğundan konuşan tüm sefiller işte bu bataklığın mahsulüdür. Sözgelimi, bir gecede işsiz bırakıldığı için devletin bütün güçlerinin şiddetini karşısına alarak ekmeği ve haysiyeti için açlık grevi yapan iki insanın bu kararını ve eylemini doğru bulmayıp eleştiri konusu yapabilir dahası şiddetle kınayabiliriz. Bütün bu –en nihayetinde insanlık dairesinde kalan– uğrakları atlayarak bu çaresizlik ve direnişi bir alay konusu haline getirdiğimizde yalnızca bütün ahlak ve inanç değerlerini inkâr etmekle kalmaz, aynı zamanda ürkütücü bir kötülüğü cisimleştirmiş olmaz mıyız?   

***

İnsan-öznenin oluşmasında Lacancı “Ayna Evresi” kimliğin ilk tabakasını sağlayan ve hayat boyu tekrarlayan bir kaidedir. Aynanın ya da öteki insanların sunduğu bütünlüklü beden imgesi tarafından yakalanır/cezbediliriz. Ego, dışsal bir imgeyle kurulan bu yabancılaştırıcı özdeşim sayesinde öznede ortaya çıkan ruhsal faildir. Şöyle de söylenebilir: Ego, özneyi öteki aracılığıyla/üzerinden vuku bulan bir sapak sayesinde bireyleştirir. O zamana değin bedene dışsal olarak tecrübe edilen ve eşgüdümden yoksun kısmi dürtüler söz konusu bütünlüklü beden imgesi içinde tutulur ve bir düzene kavuşur. Bu, özne ile Öteki arasında herhangi bir ayrımın olmadığı bütün ikili kayıt, ilişki ve işlevselliklerin ilk kalıbıdır. Oidipal yapı üçüncü unsuru/kerteyi –ve farkı– sağlayarak simgesel mesafenin ortaya çıkmasını ve daha ileri temsil süreçlerini mümkün kılar. Yani, simgeleştirme, simgeleştirmenin tayin ettiği insani gerçeklik ve özne eşzamanlı olarak kurulur ve gelişir. 

Demek Öteki (dil/kültür ve dilin/kültürün somut mahalli ve ete kemiğe bürünmesi olarak öteki insanlar) kendi bütünlükleri ve tutarlılıkları içinde bize ilham veren ve temel acziyetimizin kaynaklandığı dürtüsel uyaranları yola koymamızda gerekli gösterenleri/temsil araçlarını sağlayan bir konuma sahip. Günümüzde, daha baştan insanlıktan çıkarılmış ve parçalarına indirgenmiş rakip konumundaki bir ötekinin varlığı belki de borderline insanlık durumumuzun temel koşuludur. Bir aynalama ve karşılaşma varsa bile, kendi dürtüsel süreçlerimizi ele almanın ve işlemenin hiçbir aracını ve imkanını sağlamayan bir aynalama bu. Bu, o süreçlere hakim olmak için bir garanti ve teminat sağlayan hiçbir gösterenin/temsilin ikamet etmediği boş bir konum olarak öteki demek. Ötekinin kanlı canlı tanıklığının ve yanıtının yokluğunda temel travmatik deneyimlerimizin çözülmeden sabitleşmesi, ve kendi üzerimizdeki tefekkür yeteneğimizin kaybıyla karakterize bir zamanın insanlık durumu. Temel bir suçluluk ve sorumluluk kapasitesi üzerinde yükselmesi gereken ahlakın çürüdüğü yer burası. Suçluluk/sorumluluk çünkü, ızdırabını duyduğum bir yoksunluktan/engellenmeden kaynaklanır. Dolayısıyla suçluluk/sorumluluk, derinlemesine bir kendi içine-bakışı ve bir gelecek ufkunu -mümkün bir gelecek tahayyülü ve ona yönelik tutkulu bağlılıkları/yatırımları- ve ötekilerin yoldaşlığını aynı anda içeren çok yönlü bir simgesel çaba sayesindedir, o çabayı varsayar. O çabayla suçluluğa angaje olur, onu tanır ve aşabilirim.

Eğer kendi eylemlerimden sorumlu değilsem, sanki onların faili değilmiş gibiysem –kendi içimdeki merak eden ve hesap soran kerteden serbestleşmişsem-, suçluluğun tanınmadığı ve davranışlarımı açıklamak zorunda hissetmediğim bir hayat sürebilirim demektir bu. Tabiatımda kaydolmuş halde bulunan ne varsa ona göre davrandığımı söyleyip geçtiğim bir hayat. Bütün derinliğini, simgesel referanslarını ve insanca vasıflarını kaybetmiş bu boş ve yüzeysel hayat, zalim ve tümgüçlü otorite figürlerine boyun eğme ve onlarla özdeşleşme jest ve pratiklerinin yerleştiği zemindir. Ancak o özdeşleşmelerin sağladığı taşkın güç duygusu ve sahte öforiyle korkudan, acıdan ve incinmeden uzak bir hayat ve onun zevklerinin vaadi söz konusudur.

Belki de sadece şudur: Ego-ideallerinin ve süper-egonun simgesel veçhesinin parçalandığı ve çöktüğü uzamı dolduran metalar, tüketim pratikleri ve para/metaların değiş tokuşundan ibaret bir hayat bizimkisi. Bu boş, içeriksiz ve küçük düşürücü hayat karşısında kendimizi, içimizi iyice boşaltarak savunabiliyoruz ancak. Bunun gösterdiği şeyde güçlü bir umut çekirdeği yok mu yine de: İnsan bugünkünden bambaşka bir şey olmalı.