Arada Kalanlar (II)
Derviş Aydın Akkoç
Memleketin şimdisini kasıp kavuran siyasal olaylar karşısında “ses” çıkaramaz hale gelmişlerdir, Behçet Çelik’in Yolun Gölgesi’ndeki arada kalmış karakterleri. Kürt vilayetlerindeki vahşete uzaktan şahit olmak, bu esnada gündelik hayatı devindirme mecburiyeti duymak dört başı mamur bir “karabasan”dır artık. James Joyce’un “tarih kâbusu”ndan farklı olarak, uyanmanın pek mümkün olmadığı, uyanılsa bile hareketin, toparlanmanın değil, katı bir şekilde “taş kesilmenin” hüküm süreceği; sündürülmüş, geçmişi olmayan, yoğunlaştırılmış bir şimdi siyasası olarak Türkiye’ye özgü bir tarih karabasanıdır söz konusu olan. Bu karabasan bedeni ve ruhu olduğu kadar dili de ele geçirmiş, dili sınırların bulanıklaştığı bir koordinatta kilitlemiştir, “Dil Azabı”ndan: 


“Kafamın içindeki uğultudan, göğsümden çıkıp boğazıma yerleşen kalbimin vuruşlarından başka ses yoktu çıkarabildiğim. Onun sözleriyse dumanların, barutların, yıkılan duvarların, yere inen binaların tozu toprağı içinde kalıyordu, bunların arasından zar zor birkaçını seçebiliyordum, onlardan da kan sızıyordu, sızdığı yerde katılaşıyor, günlerce kalıyor, kuruyordu sokakta bekleyen bedenlerin üzerinde, hep beraber çürüyorduk.”[1]

Bedenin –özellikle eve- geri çekilmesiyle, dilin kafatasının içine çekilmesi arasında bir paralellik vardır. Beden eve dil de kafatasına kapanmış; karşılıklı konuşma ve aktarım askıya alınmamışsa bile sekteye uğramıştır: kırık dökük diyaloglardan birkaç kelime “zar zor” seçilebiliyordur artık. “Şehrin Bütün Sokaklarını” öyküsündeki karakter, yasaklardan ötürü uzundur “sokağa çıkamaz”; hanede mahsur kaldıkça “dellenir,” duvarları, kapıları yumruklar: “Gel beni çıkar Kemal, dedi, evde duramıyorum, ellerim ayaklarım söz dinlemez oluyor. (...) Dişlerim de benim değil, hiçbir yanım benim değil, çenem birleşmiyor, birleşirse ayrılmıyor. Kafam uğulduyor.” (s. 68.)

Kafadaki uğultu: Karakterler söz/kelime değil, ancak ses çıkarabiliyordur. Ne var ki, buradaki sesler de bir bağırış, dövünme yahut iniltiden ziyade boğuk “uğultulardan” ibarettir. Uğultu çemberini aşıp dile varmak olasıdır elbette, ama varılacak dil düzlemi pürüzsüz ve akışkan bir düzlem değil, aksine “yutkunmaların”, kesilmelerin, boşa düşmelerin, sessizlik nöbetlerinin olduğu sallantılı bir düzlemdir. Top tüfek sesleri, yerle bir olan binaların tozu toprağı sinmiştir dile ve onun yapıtaşları olan kelimelere. Cemal Süreya’nın “kan var bütün kelimelerin altında” dizesini hatırlatırcasına dile “kan” hücum etmiş, kelimeler kararıp kurumuştur. Hantallaşan kelimelerin “günlerce” yerde yatan –ölü- bedenlere tabi kılınması: gelinen aşamada dil de tıpkı ölü bedenler gibi kımıltısız ve donuk mudur? Galiba...

Olmuş ama hâlâ bitmemiş siyasal gaddarlıkların sarsıntıları ironi yahut mizah gibi stratejilerle hafifletilemez: Cemal Süreya’nın dizesindeki “kan” mecazı, Behçet Çelik’in öykülerinde bir mecaz olmaktan çıkıp içinde Türkiye “karabasanın” at koşturduğu geçimsiz bir gerçekliğe dönüşmüştür sanki. Herkesin “hep birlikte çürüdüğü” bir toplumsal ve kültürel vasattır bahse konu olan: Bu ortamda susmak ve konuşmak arasındaki farklar neredeyse silinmiştir. Susmak erdem, konuşmaksa faillik anlamına gelmez. Özne edimlerinin kemirildiği bir sıfır noktasına, “Dirlik Kaybı” öyküsünde olduğu gibi “çaresizlik” ve “zavallılık” pozisyonuna hapsedilmiştir.

Çelik’in öyküleri Althusser’in İkinci Dünya Savaşı’na istinaden “silahların konuştuğu yerde dil susar”, söz söylense bile gürültüye gider yollu tespitine dokunur; mahut tespiti yanından yöresinden zarafetle deşerek tabii: Dil kişinin sağalmak, yüklerinden boşalmak yahut mevcut gidişata yönelik bir itiraz aracı olmaktan istifa etmiş, şiddetle kurtulmak istenen bir işkence halini almıştır:

“Bu kelimelerin hepsi canımı yakıyor, ihanet gibi. Şimdi bile, seninle konuşurken de. Düşünürken, ilenirken, söylenirken. Ciltler dolusu defterim var, yazdıkça yazmışım (...) Nasıl da umutluymuşum, kalemi elime alacak kadar, kelimeler bulup birbirine ulayacak, beğenmediğimin üzerini çizip yenisini yazacak kadar. Yakasım geldi hepsini, bir çare olacağını, bu dili unutacağımı bilsem, en azından bazı kelimeleri, içine postallarla daldıkları evlerin duvarlarına, camlarına, aynalarına yazdıklarını, onlardan başlayıp bir ucundan, hiç değilse dillerini alıp başlarına çalacağımı bilsem.” (s. 41.)

Dil hususunda ihanet duygusu yatışmayacaktır. Zira ölüler/öldürülenler ve hayatta kalanlar arasındaki gerilim “düşünürken” bile “arada kalmış”, vicdanla donatılmış “duyarlı” kişilere musallat olacaktır. Bu kişiler aslında yalnızca kendi dillerini ve benliklerini kırbaçlayacak, “onların” dillerini ise “alıp başlarına” çalamayacaklardır. Öldürme –yıkma dökme- eylemlerinin faillerine karşı zorunlu pasif kalma hali, derinleşen bir çaresizlik hattında tutulmuş olmaksa pusuda bekleyen karanlık bir duyguyu devreye sokacaktır: suçluluk duygusu ve bu sancılı duyguya eşlik eden cezalandırılma arzusu...

***

Postallarla evlere dalınmış, duvarlara habis laflar kazınmıştır. Aynalara kelimeleri yazan kişiler, bu yazılardaki kelimelerden “canı yanan” arada kalmış karakterler, bu karakterleri ete kemiğe büründüren yazar ve nihayet bunların alıcısı olan okurlar aynı dil etrafında ama farklı noktalarda konumlanmışlardır. Behçet Çelik tam bu eşikte edebi-estetik üretimini politik bir fikirle alışverişe sokar: dildeki kaçınılmaz ortaklık, suçtaki ortalıkla çakışır, “hep beraber çürüyorduk.” Behçet Çelik, aktüel olana baktığında Sartre’ın meşhur “hepimiz katiliz” vecizesine mi vardırmak istiyordur işin ucunu acaba? “Hepimiz” yahut “hep beraber”: estetik duyumsamanın olduğu kadar siyaset düşüncesinin de netameli özne kodları; Çelik bu gibi oynak kodlarla daha bir süre uğraşacağa benziyor, riski göze alarak...