Totaliter Zihniyet ve Kültür
Barış Özkul

20. yüzyılın totaliter diktatörlüklerinde “karizmatik liderliğin” önemli bir payı olduğu hep söylenegelmiştir. Bu karizma “ben de sizden biriyim” duygusunu iletebilen bir bayağılıkla birleştiği sürece etkili olmuştur. Totalitarizmin faşist örneklerinde liderler “doğal karizmalarını” her fırsatta halkın karşısına çıkıp bayağı jestlerde bulunarak, tumturaklı laflar ederek iletmişlerdir. En parlak zamanında Nazi Almanyası altı bin tane hoparlörle donatılmış, Hitler’in sesi köyden kente her köşede işitilmiştir. Mussolini, İtalya’da bir “machismo” kültü yaratmış; sayısız metresi ve her fırsatta sergilediği “torso”su ile yaygın bir eril iktidarsızlık sendromunu dışa vurmuştur. 

Totalitarizmin Sovyetik versiyonu ise halkın arasına karışmak yerine bürokrasiyi hizaya getiren bir lider kültü üzerinde yükselmiştir. Stalin ne Hitler ve Mussolini kadar “ortalıkta”ydı ne de onlar kadar açıksözlü. Almanya, II. Dünya Savaşı sırasında bir propaganda seferberliğine sahne olurken Stalin, Alman ordusu ülkeyi işgal etmeden önce Rus halkına sadece bir kez radyodan seslenmiştir. Bazı tarihçiler Stalin’in özel günler haricinde halkın arasına karışmamasını onun fiziksel özelliklerinden duyduğu aşağılık kompleksine yormaktalar. Bundan daha geçerli bir yapısal nedene işaret edebiliriz: Rus devrimcilerinin geç 19. yüzyılda hem gizli polisle hem de siyasi rakipleriyle mücadele ederken içselleştirdikleri serinkanlı komploculuk geleneği içinde yetişmişti Stalin. Bu bakımdan devleti yönetme sırası ona geldiğinde Tolstoy’un bürokrat karakteri Aleksey Aleksandroviç Karenin gibi davranacaktı: Soğuk, içten pazarlıklı ve kendi sırasını sabırla bekleyerek.

Liderlerin kişisel özellikleri ne olursa olsun, totaliter rejimler ancak 20. yüzyılda ortaya çıkabilirdi. 20. yüzyıla dek insanlık tarihi her taşın altından çıkan totaliter emellerle ve en az Hitler-Mussolini-Stalin kadar despot kişiliklerle dolu olsa da totalitarizmin örneğin Bonapartist bir çeşidinden söz edemeyiz. Napolyon’un erken 19. yüzyılda totaliter bir rejim kurması olanaksızdı çünkü o tarihlerde devletle toplum arasındaki ilişkiyi düzenleyen koşullar total bir denetimi imkânsız kılacak kadar esnekti. Totalitarizm, 20. yüzyılda tam teşekküllü bir rejim haline gelmesini telefon, telgraf, poster, radyo, televizyon, uçak gibi iletişim ve propaganda aygıtlarına borçludur. İletişim araçlarının bu denli gelişmesiyle devletler hayatın her alanına müdahale etme olanağına kavuşmuştur.

Bu bizi ister istemez totaliter toplumlarda kültür sorununa götürür. Totaliter rejimin gündelik hayata yönelik müdahalelerinden sonuç alabilmesi, kültür alanında kurduğu zora dayalı hegemonyayı rızaya dayalı bir hegemonyaya çevirebilme becerisine bağlıdır. Bu yüzden 20. yüzyılın totaliter rejimlerinde iletişim, propaganda, kültür, eğitim ve siyaset arasındaki sınırlar ortadan kalkmıştır. Somut örneklere geçmeden bu geçişkenliği şöyle formülleştirebiliriz: Totaliter devletlerin iletişim kurma biçimi propagandadır ve eğitim, kültür, siyaset alanını “hakikatler”den ziyade seçilmiş olguların propaganda değeri belirler. Toplumsal hayatın farklı alanları arasındaki bu totaliter geçişkenlik ve tektipleşme 20. yüzyılda Nazi Almanyası ve Stalin Rusyası’nda uç noktalara varmıştır. Hitler’in Ari Irk zırvalamaları Nazi Almanya’sında eşzamanlı olarak eğitime, sağlığa (Auschwitz’de yapılan korkunç tıbbi deneylere), sinemaya ve mimariye yön veren ilke olmuştur. Nazi sinemasının ünlü filmi Jüd Süss’te sarışın ve Nordik bir kadın, kaba ve vahşi bir Yahudi erkeğin tecavüzüne uğrar ve böylece totalitarizmin zihinlere işlediği günah keçisi Yahudi imgesi liderle yurttaş arasındaki negatif kenetlenmeyi sağlar. Keza Sovyet Rusya’da Stalin’in dilbilim, iktisat, fizik, biyoloji gibi farklı alanlara oldukça yüzeysel bilgilerle müdahale ederek yerleştirdiği “kabuller”, “bilimsel sosyalizmin doğruları” mertebesine taşınmıştır.

Totalitarizmin kültür, sanat ve bilim alanındaki tek-seslilik ısrarı herkes adına doğruyu söyleyen, yanılmaz bir lider kültünü zihinlere işlerken zor ve karmaşık sorunları, uzmanlık gerektiren (fizik gibi) bilgi alanlarını basitleştirme kolaylığı sağlayan bir düşünme alışkanlığını da yerleştirmiştir. Hitler’in Mein Kampf’ı, Stalin’in Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm'i Mussoli’nin Faşizm’i gibi el kitapları bu düşünce alışkanlığının başyapıtlarıdır. 

Basit düşünce ile fiziksel-mekânsal büyüklenme totaliter kültürün birbirinden ayrılmaz parçalarıdır. Totalitarizmin çağdaşı modernist sanat, insan bilincini (kendi içine dönük/bireysel bilinci) konu alırken totaliter sanat kas gücünü esas almıştır. Yüzlerce sayfa tutan Kavga’sında Viyana’da okuduğu tabloid gazetelerden aparttığı ırkçı klişeler dışında hiçbir düşünce derinliği sunmayan Hitler abidevi binalara hayrandır. Nazi Almanyası’nın baş mimarı Albert Speer’e 200.000 kişi alacak ve Roma’daki San Pietro’nun kubbesiyle yarışacak bir bina sipariş eder. Totaliter üslup düşünsel zafiyetini fiziksel-mekânsal azametle örtmeye çalışan bir zavallılık göstergesidir. Ancak bu zavallılık savunmacı değil saldırgan bir duygu durumuna tekabül eder; öfke, nefret ve intikam duygularını kolektif bir histeri doğrultusunda seferber edebilecek bir kötücül enerji barındırır. 

Buraya kadar totaliter zihniyet ve kültürün 20. yüzyıldaki örneklerinden söz ettim. Totalitarizm 20. yüzyıla özgü bir olgu olmaktan çıkıp 21. yüzyıla devroldu. Parlamenter demokrasinin kurumları hükmünü kaybederken totaliter rejimin -internet gibi "demokratik" imkânları arkasına alarak- yeniden yükseldiği, bu arada Türkiye’ye de uğradığı bir ara aşamadayız. Türkiye’de kendi iktidarına ayak bağı olabilecek her türlü denge ve denetleme mekanizmasından sıyrılmış, 20. yüzyılın faşist-totaliter deneylerinde olduğu gibi kararnamelerle yönetilen bir siyasal rejim inşa edilirken bunun kültürel donanımı da -medya, eğitim, sanat, sinema gibi alanlarda- tesis ediliyor. Faşizan olduğu kadar paternalist renkler de taşıyan, Türk-İslâm alaşımı bir totalitarizm bu: “İngiliz elçisini tokatlayan Abdülhamit” imgesi onu anlatmak için biçilmiş kaftan.

20. yüzyılda totaliter zihniyetlerin zaferinin sosyalistler ve demokratlar açısından “gizemli” bir tarafı vardı: İtalya ve Almanya’da sosyalistlerin ikna etmeyi amaçladıkları işçi sınıfı ve alt-orta sınıflardan oluşan toplumsal kesimler Führer ve İl Duce bayrağı altında toplanmışlardı. Sosyalist Avanti’nin editörü iken faşist Karagömlekliler'in başına geçen Mussolini bu hikâyenin çarpıcı bir özetidir.

Erken 20. yüzyılın koşulları ve siyasal akımları geride kalsa da, aynı sorun (işçi sınıfının faşist-totaliter hareketlerin itici gücüne dönüşebilmesi) “gizemini” koruyor. Artık sadece ve özellikle işçi sınıfını merkeze koyarak demokrasi ve sosyalizm hesabına elde edilecek bir kazanım olmasa da,  sıradan insanı (“bir sıçan gibi korkak olduğu” gibi “bir fidan gibi cesur da olabilen, geleceği “bir fidan gibi vaat [de] edebilen”, hem “kahredip hem yaratabilen” sıradan insanı) demokratik değerlere değil de totaliter faşizan rejimlere sevk eden nedenler üzerine düşünmek bugün de önemli. Türkiye bu konuda, faşizan-totaliter hegemonyanın işleyişi konusunda, zengin bir malzeme sunuyor.