Mağdur
Tanıl Bora

Sözcü gazetesinin 2 Kasım tarihli nüshasının manşeti: “Mağdurlar Cumhuriyeti”. Mağdur listesi: İşçi, memur, çiftçi, esnaf, emekli, asker, polis, patron, gençler, diye sıralanmış; ilk sıradaysa Erdoğan, var: “15 Temmuz gecesi FETÖ'cü hainlerin hedefi olduğu için”. Bir ironi denemesi mi, “önlem” maksatlı mı, “samimi” mi, tam anlayamadım.

Carî politik dildeki mağduriyet iddiaları, iddialaşması, hep bir göreceliğin çelmesine takılmıyor mu, zaten?

***

İktidar partisinin bin bir tazyikle istifa ettirtilen belediye başkanlarının, -Gökçek’in bile!-, buradan bir mağduriyet puanı kazanacakları, bir mütearife, bir ‘belit’ gibi dile getirilmiyor mu, siyaset yorumcularınca?

Sırf bu durum bile, mağduriyet söyleminde tekinsiz bir şey olduğuna işaret etmiyor mu?

***

O tekinsizliği, politik gündemin kıyılarında, gündelik hayatta, tüketim ve ticarette… mağduriyet söyleminin kullanımlarını hatırladığımızda da fark ederiz.

Hizmet arzının mütemmim cüzü gibidir, esnafın “Siz mağdur olmayın…” diye sırt sıvazlaması. İhtimamla sakınıldığımız mağduriyetin konusu, çok defa o esnada stokta bulunmayan bir “ürün” veya belki on beş dakikalık bir bekleme süresidir.

İnternette gezip, muhtelif mal ve hizmetle ilgili, “mağdur olduk” diye boynunu deviren envai çeşit tüketici notu bulabilirsiniz. Beş yıldızlı otelde açık büfeden memnun kalmayanlar da, “mağduriyet” beyanında bulunurlar.

İki de gazete haberi zikredeyim, tamamıyla sıradan. Geçtiğimiz kurban bayramı vesile olsun. Kars’ta bir vatandaş, “diğer vatandaşlar mağdur olmasın diye” bahçesinde isteyenin bıçaklarını bileyleyeceğini duyurmuş (link). Yine aynı bayram günlerinde, Elazığ Berberler ve Kuaförler Esnaf Odası Başkanı, basın açıklaması yaparak, “Kurban Bayramına sayılı günler kala esnaflarda fazla yoğunluğun yaşanmaması ve vatandaşların mağdur olmaması için 27 Ağustos pazar günü kuaför salonlarının açık olacağını” bildirmiş. 

Evveli hafta da, 9-10 Kasım tarihli haber bültenleri, “otomobillerde cam filmi yasağı ile ilgili olarak devreye giren Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ‘mağduriyet yaratmayın’ talimatı verdiği”ni müjdelediler.

***

Mağdur, Arapça gdr kökünden geliyor, gaddarlıkla kökteş; gadre uğrayan, haksızlığa maruz kalan, demek. Batı dillerindeki karşılıkları da gadre ve haksızlığa uğrayan anlamını taşıyor; en çok da, kurban (İngilizceyi örnek verirsek: victim, sufferer, injured). Ötüken Osmanlıca Türkçesi Sözlüğü, hukuki nitelikli ikincil anlamını not ediyor: “Belirli bir suç sebebiyle zarara veya tehlikeye uğramış hak veya menfaat sahibi.”

Belki, mağdur’un ‘yaşayan Türkçedeki’ kullanımında, hak ve menfaat sahibi anlamı ile, sadece haksızlığa değil gadre uğrayanı, gaddarlıktan muzdarip olanı anlatan arasındaki farkın, ziyadesiyle stratejik olduğunu düşünebiliriz. Hem, bir kayıptan –veya kayıp olarak takdim edilenden, edilebilenden– menfaat üretme kabiliyeti bakımından stratejik; hem de, en ağır gerçek mağduriyetleri, her nevi hak ve menfaat talebini kodlayan mağduriyet enflasyonizmi içinde tağşiş edebilmek bakımından stratejik.

Gerçek mağduriyetlerin, ağır gaddarlık eseri korkunç mağduriyetlerin görünmezliğini işitilmezliğini çoğaltan bir mağdur piyasası.

***

18 Kasım 2013’te kurulmuş bir Mağdur Hakları Daire Başkanlığı var. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nün altına yerleştirilmiş olması ilginç! Hazırladıkları Mağdur Hakları Kanun Tasarısı, 17 Temmuz’da internet üzerinden yayımlandı. Birleşmiş Milletler’in 29 Kasım 1985 tarihli “Basic Principles of Justice for Victims of Crime and Abuse of Power” başlıklı, yani “Suç ve iktidarın suistimalinin kurbanı (abç.) olanlar için adalet”i hedefleyen beyannamesine dayanan bir kurumlaşma-yasalaşma adımı bu.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) bu tasarıyla ilgili kapsamlı eleştirisini okursanız, devletin ve iktidarın mağduriyet rejimi hakkında sağlam bir kanaat edinirsiniz .

Her şeyden önce, insan hakları örgütlerinin veya mağdurların örgütlenmelerinin hiç görüşü alınmadan, tepeden inme hazırlanmış bir tasarı bu. En önemlisi, bu yasaya ruhunu vermesi gereken uluslararası mevzuatın, marjinalize edilen “kırılgan grupların” gözetilmesine dair uyarısını ve “iktidarın suistimaline” dayanan ihlalleri, dolayısıyla devletlerin sorumluluğunu vurgulamasını hiç dikkate almayan bir tasarı. Devletin ihlâlci olduğu mağduriyetlerin sadece “tazmin” edilmekle kalmayıp, “eski hale getirme, adil ve yeterli tazminat, rehabilitasyon, memnuniyet ve bir daha tekrarlanmama garantilerini” sağlama yükümlülüğünü, hiç gözetmeyen bir tasarı. TİHV’nın eleştirisinde belirtildiği gibi, sadece ceza muhakemesi sistemine suç mağduru sıfatıyla ‘giriş yapabilmiş’ olanlar, bu yasanın getireceği tazminattan yararlanabilecekler. Peki ya zaten o sistemin tekmesini yediği için mağdur olanlar? 

TİHV raporunun veciz sözleriyle: 

“Tasarı taslağı, bir ihlale maruz kalmaktan doğacak kamusal hak rejimini, paternalist devletin özel uygulaması haline getirmektedir. Sosyal güvenlik sistemi tasfiye olmuş, sosyal yardım ve destek hizmetlerinin sağlanmadığı bir yapıda, kanunla kurulan sistem ‘mağdur’ ve ‘kırılgan grup’ olarak esasen belirsizleştirilen kişilerin hak sahipliğini de tahrip edici niteliktedir. (…) Tasarıda özellikle işkence görenler yönünden adeta ‘atipik mağdur’ kategorisi işler kılınmaktadır. İşkence görenler sadece maddi yardım faslında yer almaktadır. ” 

Schmittçi “iktidar, istisnayı tayin edebilendir” düsturunu, “iktidar, mağduru tayin edendir” diye de uyarlayabiliriz. İktidar, kimin mağdur sıfatını hak ettiğine hükmedendir. Bunun zımnında, ana düstur var: “iktidar, mağdur edebilendir”.

***

Mağduriyet rejimlerinin ayrımcılığını önemle kaydedip, tekrar carî söylemdeki mağduriyet enflasyonizminin tekinsizliğine dönelim. İtalyan karşılaştırmalı edebiyat bilimi doçenti Daniele Giglioli 2014’te çıkan Mağdurun Eleştirisi (Critica Della Victima) adlı kitabında, adı üstünde, bizzat mağduriyet kavramının ve mağduriyetin sahiplenilmesinin bir eleştirisini yapıyor. Her şeyden önce, mağduriyeti sahiplenmenin, mağduriyete dayalı bir söylemin, eleştiri ve özeleştiri kabiliyetini kaybetmek anlamına geldiğini vurgulayarak… Psikanalitik bir parantez içinde, bu söylemin, sevilme arzusunun ve daha önemlisi sevilmeme ihtimalini kaldırabilme kabiliyetinin yokluğuyla alâkasını kurarak...

Giglioli’nin dikkatimizi çektiği nokta, 20. yüzyılın büyük kısmında, son olarak da 1970’lerde, radikal muhalefetin, bütün mağduriyetlerine rağmen, mağduriyetini ileri sürerek politika yapmamış olmasıdır. Ona göre muhalefetin iktidar iddiasını yitirmesi, daha önemlisi, bir gelecek tasavvuruna dair iddiasını yitirmesi, bu iddiaların yerini özsel bir kurban konumunun almasına yol açmıştır. “Ne yapmalıyım, ne yapabilirim” sorusunun yerini “Ben kimim? Bana neler ettiler?” sorusu almıştır. Yapabilirliğin yerine hıncı büyüten bu tavır, gitgide mağduriyeti/kurbanlığı daha gerçek kılıyordur Giglioli’ye göre; özneliği yitirtiyor, en zayıfın elindeki son gücü de alıyordur. 

Bir de üstüne, güçlülerin mağdur mevkiini işgali gelir. Muktedirin, mâdunların hıncını yankılayıp ona ‘el koyması’…

Sadece bir zafer beklentisinin yitiminden, bir güç kaybından söz etmiyoruz. Tasavvur ufkunda “başka türlü bir şey”in olmayışından söz ediyoruz. O olmayınca, geriye kalan en bereketli kaynağın mağduriyet olmasından. En ağır mağduriyet, budur belki de. Somut, gerçek mağduriyetleri de ağırlaştıran –işte ona ‘özsel’ diyebileceğimiz– mağduriyet…


[1] http://tihv.org.tr/magdur-haklari-kanun-tasarisi-taslagi-hakkinda-tihv-degerlendirme-notu/ Şu eleştiri de dikkate değer: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/08/29/magdur-haklari-yasa-tasarisi-ne-getiriyor/

[2] Almancası Kurban Tuzağı adıyla yayımlandı: Die Opferfalle, çev. Max Henninger, Matthes&Seitz, Berlin 2016.