Kudüs: Simidin Ortasındaki Boşluk
Polat S. Alpman

“Make America Great Again” diyerek Amerika’yı şaşaalı mazisiyle buluşturacağını vadeden Amerikan Başkanı Donald Trump’ın siyaset tarzına Türkiye’de yaşayan yurttaşlar da aşina. Amerikan Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararını vererek Ortadoğu’da vaveyla kopartmaya heveslenmesinin nedeni Kudüs’ten daha çok Amerika’daki iç siyasette Trump’ın sıkışmış olmasındandır, şeklindeki yorumlar, bu aşinalığın bir sonucu. Aslında bu tür kararlar tek nedenle açıklanamayacak kadar farklı fazlara bağlıdır ve popülizmin altın çağının yaşandığı bir dönemde bu tür gerilimli kararların konfetiler patlatılarak açıklanması, hesaplanabilir olmaktan uzak ve genellikle trajik sonuçlara gebedir (ancak Kudüs kararının Amerika’ya herhangi bir bedeli olacağını sanmıyorum).

Aslında Trump’ın Kudüs ile ilgili bu girişimi, Türkiye’deki İslamcıların kendilerini göstermeleri için bir fırsata dönüşebilirdi. Çünkü Kudüs meselesi, Türkiye’deki İslamcılık hareketi için her zaman etkili bir direniş motifidir. Sıçrama dönemlerinin her aşamasında Kudüs, İslamcıları mobilize etmeye yarayan sembolik manivela olarak karşılık bulmuştur.

Filistin meselesi Türkiye kamuoyunun gündemine sosyalistler sayesinde girmişti. Hatta 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar Türkiye’deki sosyalistler, Filistin ve onun İsrail işgalinden kurtuluş mücadelesini, Türkiye solunun gündemlerinden biri haline getirmişlerdi. İşgalci İsrail devletine karşı mazlum Filistin halkının direnişinin yanında olmayı halkların kurtuluş mücadelesinin bir parçası gören ve İsrail’in Filistin’i işgal politikasının asıl amacının emperyalist sömürü için Ortadoğu’yu istikrarsız hale getirmek olduğunu öne süren sosyalistlerin bir kısmı, başta Yaser Arafat önderliğindeki El-Fetih örgütü olmak üzere, çeşitli örgütlerin çatısı altında İsrail’e karşı savaşmak için Filistin’e gitti. Türkiye’deki sosyalistlerin Filistin’deki gerilla mücadelesine katılmak için oraya gitmeleri, bir kısmının orada öldürülmesi, bir kısmının İsrail zindanlarında yıllarca tutsak edilmesi ve bir kısmının geri dönebilmesi, Türkiye solunun Filistin meselesiyle bağını korumasını kolaylaştırdı. Türkiye’deki sosyalistlerin Filistin mücadelesinde elde ettikleri deneyimler, sol mücadelenin tarihi açısından farklı tartışmalara neden olsa da bir dönemin ruhunu göstermesi bakımından hala anlamlıdır. [1]

1980’lere doğru gelirken Dünya’da ve Türkiye’de sol siyaset ağır saldırı altındadır. Türkiye’de hem sol içi tartışmalar hem de devletin ve paramiliter örgütlerin sola yönelik sistematik saldırıları onu gittikçe yıpratır, zayıflatır. Filistin’deki kurtuluş mücadelesi ise gittikçe İslamcı bir çizgiye kayar. Çünkü Körfez sermayesi Yaser Arafat ve örgütü El-Fetih’i finanse etmeye başlamıştır. Filistin’in kurtuluş mücadelesi içerisinde yer alan sol örgütler gittikçe zayıflar. İslamcılar ise hareketin öznesine dönüşür. Türkiye’de 1980’ler ile birlikte Filistin meselesi, ortalama İslamcının dağarcığında yer edinmeye başlar.

***

Türkiye’deki İslamcılık açısından Filistin meselesi, Filistin’den daha çok, Kudüs ile gündeme gelir. İsrail hükümetinin, Temmuz 1980’de Kudüs'ü ‘İsrail'in ebedi başkenti’ olarak ilan etmesi üzerine Türkiye hükümeti, Kudüs'teki Başkonsolosluğu kapatır ve İsrail ile ilişkilerini maslahatgüzarlık düzeyine çeker. Bu Türkiye’nin diplomatik olarak Filistin’den yana taraf olduğunu gösterme yoludur. Ancak dönemin siyasetçilerden Erbakan ve Millî Selamet Partisi için bu tepki yeterli gelmez.

İsrail’i daha etkili bir biçimde kınamak için 6 Eylül 1980’de (yani 12 Eylül darbesinden 6 gün önce) Konya’da “Kudüs'ü Kurtarma Mitingi” düzenlemeye karar verilir. Mitinge katılanların sayısı muhtelif, fakat konuyla ilgili görsel malzemelere bakıldığında kalabalık bir miting olduğu söylenebilir. Miting, Arapça olarak yazılan Kelime-i Tevhit ve muhtelif ayetlerin yazılı olduğu pankartlar eşliğinde atılan İslami sloganlarla devam eder. Miting esnasında tekel büfesi ve otel gibi bazı yerlere saldırılar olur; bazı kişiler İstiklal Marşı okunurken yere çömelir. Nihayet bu ve benzeri hadiselerle miting tamamlanır [2]. Erbakan, ertesi gün, İstiklal Marşı okunurken ayağa kalkmayanlarla ilgili şikayetçi olur. Olur olmasına ama darbecilerin darbeye bahane gerekçelerinden biri olmaktan kurtulamaz. Öyle ki; darbeden kısa süre sonra, bizzat darbeyi yapanlar tarafından Konya Mitingi “bardağı taşıran son damla” olarak ifade edilir.

12 Eylül darbesiyle bastırılan sola karşı yükseltilen Türk – İslam coşkusunun İslam kısmına ağırlık verenler için Kudüs, gittikçe Türkiye’deki müesses nizama itirazın sembollerinden birine dönüşür. Türkiye’deki devletin dindarlara karşı olumsuz tutumuna ilişkin eleştiriler için Kudüs, etkili bir bahanedir. Bununla birlikte İslami hamasetin söylem malzemelerinden biri olarak, İslamcıların siyasal motivasyonunun diri tutulması için de Kudüs önemlidir. Bu arada Filistin’de de birçok Sünni İslamcılık içerisinde yer alan ve milliyetçilikle iç içe giren örgütler güçlenmektedir. Özellikle 1980’li yıllar, sadece Filistin’de değil, İsrail’in saldırısı altındaki birçok yerde ortaya çıkan İslami örgütlerin yükseliş dönemidir. Lübnan’da Hizbullah (Allah’ın Partisi/Hizbi) ve Filistin’de HAMAS (İslami Mukavemet Hareketi), bu örgütler arasında en popüler olanlarıdır.

Türkiye’deki İslamcılık hareketi bu gelişmelerden doğrudan etkilendi. Filistin poşusu bağlayan ya da onunla örtünen İslamcı gençler, İsrail’e ve onun üzerinden bir başka devlete, Türkiye’ye parmak sallıyorlardı. Bir başka ifadeyle, Kudüs adı altında herhangi bir gün, herhangi bir yerde toplanıp biraz İsrail’e biraz da tağut T.C. ye veryansın edilebiliyordu. Erbakan, İslamcılığın yakaladığı bu rüzgara kendi siyasal hedefleri doğrultusunda istikamet vermeye çalıştı. Bunu ne kadar başardığı, ayrı bir tartışma vesilesi olsun, ancak Kudüs ve onun kutsallığı etrafında oluşturulan söylem halesi, Kudüs’ü, İslamcıların protest tutumlarının meşrulaştırıcısı haline getirdi. O dönemde, Kudüs platformu, derneği, hareketi ve benzeri isimler altında birçok İslami topluluk oluşturuldu. Kudüs resminin basıldığı bayraklar, afişler, kartpostallar ile sapanla ya da eliyle taş atan Filistinli çocuklar; Nasrallah’ın coşkulu ve bir o kadar tehditkar cümlelerinin yazılı olduğu posterler ve elbette arkası dönük Hanzala, Kudüs ve Filistin meselesinin İslamcılar tarafından tüketilen görsel malzemeleriydi. İçinde Kudüs ve Filistin geçen birçok etkinlikler düzenleniyor, İsrail’e yapılan sövgüler ile Kudüs’e yapılan övgüler arasında Türkiye’deki egemen sisteme yeri geldikçe laf sokuluyordu.

***

Kudüs, 1997 yılında bir kez daha kamuoyunun gündemine geldi.

Sahnede yine Erbakan vardı, fakat bu kez başbakan olarak. Erbakan Mısır, Nijerya ve Libya’yı kapsayan Müslüman ülkeler gezisi yapmak için 1996 yılının Ekim ayının ilk haftası yola çıktı. Libya’ya geldiğinde Kaddafi onu sıcak bir biçimde karşıladı. İki lider kameraların karşısına çıktığında Kaddafi hızını alamadı ve Erbakan’ı çocuk azarlar gibi azarlamaya başladı. Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini, Amerika ile müttefik olmasını, NATO üyeliğini, Kürtlere reva gördüğü eziyetleri ve benzeri meseleleri diplomatik nezaketsizlik nedir, nasıl yapılır dersi verircesine anlattı. Erbakan’ın ve çevresindeki Türkiyeli bürokratların zor anlar yaşadığını tahmin etmek güç değil.

Bu durum, Erbakan’dan zaten hazzetmeyen ordu yönetiminin eline güçlü bir koz vermişti. Ekim’de bu olmuşken Kasım ayının başında “Susurluk Kazası” olarak siyasi tarihimize eklenen bir trafik kazası oldu ve devlet içerisindeki bir grubun kirli ilişkileri ortaya çıktı. Nedendir bilinmez, hükümet bu pisliği örtbas etmeye çalıştı. “Devamlı aydınlık için 1 dakika karanlık” eylemleri başladı. Adalet Bakanı Şevket Kazan ise bu protestoları “mum söndü oynuyorlar” şeklinde yorumladı.

Refah Partili Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, 10 Kasım’da Refah Partililere yaptığı bir konuşmada, kıyafetine bakılarak laik olduğunun zannedilmemesini, mecbur olduğu için anma törenine katıldığını, Müslümanların içlerindeki kini, hırsı, nefreti ve inancı unutmamaları gerektiğini anlatıyordu. Aczmendiler her gün gazete manşetlerini kaplıyor, kameralar “sahtekar” hocaların evlerini basıyor, gizli kamera görüntüleriyle saçma sapan şeyler büyük habercilik başarısı olarak sunuluyordu. 28 Şubat sürecinin yol taşları bunlara benzer hadiseler ile örülüyordu.

31 Ocak 1997 gecesi, Ankara’da, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın düzenlediği Kudüs Gecesi ile birlikte 28 Şubat süreci resmen başlamış oldu. Gecenin düzenlediği salonun duvarlarında ve sahnede Hizbullah ve HAMAS örgütlerinin yöneticisi olan kişilerin posterleri asılıydı. Yapılan konuşmalarda, Filistin’deki mücadele övüldü, iman edenlerin muhakkak zafer elde edecekleri anlatıldı, çocukların attığı taşlarla patlattıkları tanklardan söz edildi ve intifadanın canlandırıldığı bir piyes sahnelendi. Gecenin onur konuklarından biri İran’ın Ankara Büyükelçisi M.R. Bagheri idi. Büyükelçi önce şeriatın nimetlerinden bahsetti; Ayetullah Humeyni’nin ne kadar büyük bir insan olduğunu, basiretini ve irfanını hatırlattı; Kudüs’ün Müslümanlar için önemini ve Filistin’in ancak cihat ile kurtulacağını, bunun dini bir vazife olduğunu anlattı; Amerika ve İsrail’e ve onlarla işbirliği yapan, antlaşmalar imzalayan ülkeleri (dolayısıyla Türkiye’yi) ikaz etti; Türkiye’deki İslami uyanışı kutladı ve (Lübnan’daki) Hizbullah’ı selamladı; son olarak da Müslümanları uyanışa davet etti.

Bu olay basında genişçe yer buldu ve önce Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, sonra da DGM Başsavcılığı Belediye Başkanı Bekir Yıldız hakkında soruşturma açtı. Sonra İran Büyükelçisi Bagheri Dışişleri Bakanlığına çağrıldı ve protesto edildi. Fakat asıl kritik eşik 4 Şubat günü aşıldı. Kudüs Gecesinin düzenlendiği Sincan’da yaşayanlar sabaha karşı Sincan’ın içinden geçen 15 tankla uyandı. Birçoğu darbe olduğunu zannetti. Dönemin etkili komutanlarından Çevik Bir, Sincan’da tankların yürütülmesiyle ilgili “demokrasiye balans ayarı yaptık” dedi, en azından öyle dediği iddia edildi. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener aynı gün Bekir Yıldız’ı görevinden alsa da 28 Şubat sürecini engelleyemedi. Ve 5 Şubat günü Bekir Yıldız ve beraberindeki dokuz kişi silahlı örgüte yardım, halkı kin ve düşmanlığa tahrik iddiasıyla tutuklandı. Aynı gün Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya “İrtica, PKK’dan daha tehlikelidir” dedi. Yaklaşık bir yıl sonra da Refah Partisi laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu gerekçesiyle kapatıldı. Oysa her şey İsrail tarafından işgal edilen Kudüs’ü anmak için bir gece tertip edilmesiyle başlamıştı, bir anda 28 Şubat müdahalesiyle sonuçlandı!

*** 

Eğer bir gün Ortadoğu demokratik ülkelerin olduğu bir bölgeye dönüşürse, bundan zarar görmesi muhtemel ülkelerden biri İsrail’dir. Çünkü İsrail’in Filistin topraklarını işgal ederek elde ettiği statünün kaba güçten başka bir kaynağı olmadığı için zorbalığını dini aşırıcılıkla kapatmaya, milliyetçilikle meşrulaştırmaya ve Filistinlileri terörist olmakla itham ederek örtbas etmeye çalışıyor. Bugünkü İsrail devlet aklı açısından Kudüs, İsrail adı ile kurulmuş bir devletin kurucu unsuru. Bu yüzden bölgedeki çatışma ikliminden en fazla faydayı sağlayan, bu çatışmalı iklim sayesinde kendini koruma bahanesiyle sivillere bile her türlü saldırıyı mubah gören bir şiddet makinesi olarak İsrail için Kudüs, her türlü baskıyı, zorbalığı, cinayeti, şiddeti, hak ihlalini meşrulaştıran bir kutsal!

Türkiye’deki İslamcılığın dilindeki Kudüs ise hiçbir zaman Kudüs ile ilgili ya da onunla sınırlı bir mesele olmadı. O genellikle başka bir iktidar mücadelesinin dolgu malzemesi olarak dile getirildi. Kudüs hassasiyetinin bir iç siyaset konusu olarak gündeme getirilmesi ve bu vesileyle dost – düşman saflarının tahkim edilmek istenmesi, Türkiye’de siyasal pratik açısından şaşılacak bir şey değil. Tuhaf olan, Ruşen Çakır’ın [3] Medyascope’taki yayınlarında bir süredir ifade ettiği üzere, Türkiye’deki İslamcıların kendi iradelerini siyasal iktidara teslim etmeleriyle birlikte etkilerinin ortadan kalkmış olmasıdır. Bu teslimiyetin sonuçlarından biri, iktidar işaret etmeden herhangi bir harekette bulunamayan, her eylemini, sözünü hatta fikrini iktidara bakarak düzenleyen bir tutumun, İslami camia için sıradanlaşmasıdır. Bir diğeri ise kendi sözünün sahibi olamamak ve iktidardan hesap soran değil, ona hesap veren bir konuma düşmektir.

Velhasıl Kudüs’ün Türkiye kamuoyunda yeniden gündeme gelişi Trump’ın kararıyla birlikte olduysa bunun sebeplerinden biri, Kudüs’e ihtiyaç duyan yanlarımızdı. Trump’ın bu hamlesine karşılık veren ilk ülkelerden biri Türkiye idi. Erdoğan ve AKP ve Meclis’teki tüm partiler bu kararı kınadıklarını açıkladı. Ardından Saadet Partisi, Cuma namazı sonrasında, Fatih’te “Kudüs İslam’ındır” mitingi düzenledi. [4] İslam İşbirliği Teşkilatı toplantı; Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak tanıdılar. [5] Fakat sıradan insanların gündemlerine aldıkları ya da iktidarı tarafından arzu edilen bir Kudüs hassasiyetinin oluştuğunu söylemek şimdilik zor. Belli ki bir şeyler ters gidiyor. Belki de Kudüs’ü yeniden icat etmek gerekecek, kim bilir...

[1] Oktay Duman, Devrimcilerin Filistin Günlüğü (1968-1975), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015.
[2] “İstiklal Marşı'nda ayağa kalkmayanlar bulunamadı” haberi için bkz. https://goo.gl/ddcas7
[3] Ruşen Çakır’ın “Cuma'dan Cuma'ya İslamcılık” isimli yayını için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=ZNHMq9At1V0
[4] Saadet Partisinin ve Anadolu Gençlik Derneğinin düzenlediği “Kudüs İslam’ındır” mitingine ASKON, Deniz Feneri Derneği, Hak-İş, İHH, Memur-Sen, MÜSİAD, ÖNDER, TÜGVA ve TÜRGEV destek verdiklerini beyan etmelerine rağmen katılım düşüktü. Özellikle 1990’lı yıllardaki Cuma namazı çıkışlarındaki eylemlerle karşılaştırıldığında tefrişatı yüksek, fakat buna rağmen enerjisi düşük bir mitingdi.
[5] “İslam İşbirliği Teşkilatı: Doğu Kudüs Filistin'in başkentidir” http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-42337996