Mahir Ergun: Düş, Gerçeklik, Çürüme (I)
Derviş Aydın Akkoç
“Kara yakındı önce, hem çok yakındı,
Elimi uzatsam tutardı ama
Yalnızlıktır denizin tek yasası.”
(M. C. Anday, “Teknenin Ölümü”)


Athanatos, Mahir Ergun’un ilk ve –şimdilik– tek kitabı. Başlık dikkat çekici olmanın yanı sıra, yönlendirici de: Kitaba adını veren “athanatos” kelimesi sabır otu diye bilenen, esasta “ölümsüzlüğü” sembolize eden bir bitkinin Helence karşılığı. Kitabın adının da çağrıştırdığı üzere, metnin merkezinde güçlü bir ütopik arzu yer almakta: Ölümsüzlük. Ne var ki, Ergun’un metninde bu arzunun karşıtı olan “ölüm” olgusu, ölümsüzlük isteğine musallat olan çok daha kuvvetli bir bileşen olarak iş görür. 

“Ölümsüzlük arzusu”, Ernst Bloch’un belirttiği üzere, ta kadimden bu yana, özü itibariyle ölümü ortadan kaldırmayı hedefleyen, bu “bütünüyle uç amaçtan ötürü [de] ahmaklıkla” kayıtlı olan “tıbbi ütopyaların” başlıca yönelimi olmuştur. Bloch’a göre “ölüm, aslında karşı konulması en güç karşı-ütopyayı tasvir eder: çivileri çakılmış tabutlarımız hiç değilse bütün şahsi eylemlerimize son noktayı koyar.”[1] Karşı-ütopya olarak ölümün alametifarikası son noktayı koyma işleminin yanı sıra, unutturma işlemidir de. Ütopik arzulara gölge düşüren bir karşı-ütopya olarak ölümün estetik sahadaki karşılığı ise metinsel hayatta kalma mücadelesinden sağ çıkmaktır.

Bu itibarla, Ergun’un kitabına koyduğu başlığın bir veçhesi de, söz konusu metinsel sağ kalma içgüdüsüne dolayımlanır. Yazar da sıkı sıkıya bu durumun bilincindedir. Nitekim Athanatos’taki perdahlanmış, ince ve yoğun işçiliklerle çatılmış, birbirlerine zarif ama dayanıklı imge, imaj ve motiflerle bağlanan cümleler öncelikle sağ kalmaya ayarlanmış cümlelerdir. Daha yıkıcı olan karşı-ütopyanın (ölümün) Mahir Ergun’un metnindeki temsiliyse, “zaman” kavramı etrafında ete kemiğe bürünür; ölümsüzlük ve ölüm bu kuşatıcı kavrama atıfla sorunsallaştırılır. Karşı-ütopyanın güçten düşürme, kırıştırıp buruşturma ve nihayet yok etme işlevini Athanatos’ta “zaman” kavramı üstlenmiştir: Karşı konulamaz, durdurulamaz zaman...

***

“Zamanın Kuytusunda” adlı ilk ve kitaptaki diğer iki parçaya göre çok daha iddialı olan bölümün başlangıç cümlesi: “Önceleri gri bir rıhtım gibiydi zaman.”[2] Kısa fakat yüklü, melankolik bir tonun hâkim olduğu bir açılış cümlesi bu. “Gri bir rıhtım olarak zaman” artık “gri” değildir; demek bir kayıp, bir eksiklik, bir dönüşüm daha ilk cümleden itibaren devreye sokulmuş; anlatının etrafında örüleceği bir boşluk tayin edilmiştir. “Önceler” aradan çekilmiş, “sonralar” griyi kaplamakla kalmamış onu karartmıştır da. Griden karaya sızılı bir geçiş yaşanmış; o anda –şimdide– değil, ancak geçip gittikten sonra fark edilen bir şeyler olmuştur. Gri de olsa bir dönem bir daha açılmamak üzere kapanmış, kurşuni “sonbahar” yerini ıssız, soğuk ve dilsiz bir “kışa” bırakmıştır. Zamana inen kış; biraz daha doldurulsa taşacak ama tam kıvamında bırakılan şu cümlelerde bir görsel sağanak eşliğinde sunulur: 

“Ardından, buluttan yelkenlerini dolduran kış, bordaları köhne kalelerin yıkık surları gibi yükselen kara bir kalyonmuşçasına gelip bu rıhtıma yanaşır ve bekleyenlerin yüreklerine, geride kalanlara özgü o bilindik unutulma korkusunu fısıldardı. Öyle ki, ihtiyar yüzlerinde buruşuk ifadeleriyle etrafı seyreden sokaklar bile, gece gündüz bakıp durdukları nemli taşlarda bu korkuyu duymuşlardır (s. 9)”.

Damakta Bilge Karasu tadı bırakan cümleler bunlar. Bir rıhtım olarak zamana, birdenbire değil, ağır ağır ve ürkütücü çehresiyle “kara bir kalyonmuşçasına” insafsız bir kış yanaşmış; bu “kara kalyon” gökyüzündeki son gri ışık kırıntılarını da silip süpürmüş, sokaklara “unutulma” korkusunu, “nemli taşlar”ın suretine daha önceden kazınmış ıslak bir karanlığı fısıldamıştır. Daha açılış esnasında beliren bu kasvetli kış ve zaman vurgusu, unutuluş korkusundan hareketle ölüm mefhumuna da teyellenerek, ütopik arzuya, ölümsüzlük isteğine kafa tutar...

İlk parçayı ve sonrakileri yörüngesine alan “kış”, “zaman”, “rıhtım”, “nemli taşlar”, “ihtiyar yüzlü sokaklar” gibi negatif içeriklerle donatılmış sözcük ve ifadeler anlatıyı daha başlarken durduracak kuvvettedir. Yazar kendi metni karşısında, kendi kurduğu cümlelere karşı derhal tutum almak zorunda kalır. “Rıhtım” önünde sonunda bir sınır durumuna işaret eder; bir birimin sonu bir başka birimin başlangıcı arasında duran bir geçiş bölgesi: kara ve deniz arasında yer alan bir tür sınır karakolu, gümrük kapısı...

Rıhtımın ötesinde kıştan ve zamandan daha ürkütücü ama bir o kadar da merhametli olan deniz vardır... Ve rıhtımda bekleşen, oynaşan, bir vakitlerin grisine tanık olmuş, yağmur ve deniz serpintileri eşliğinde, bulanık ve kesik izlerle hatırlanan bir çocukluk, bu çocukluğun uzak kırık düşleri... Asık suratlı gerçekliğin, kapkara zamanın karşısına deniz ve çocukluk düşleri çıkarılır, hem estetik hareketi devam ettirmek hem de ütopik dürtüyü sürgit kılmak için...



[1] Ernst Bloch, The Utopian Function of Art and Literature, Selected Essays, İngilizceye Çev. Jack Zipes / Frank Melenburg, London: The MIT Press, 1996, s. 8-9.
[2] Mahir Ergun, Athanatos, İstanbul: Belge Yayınları, 2017, s. 9.