Oedipus Karmaşası (XI): Biçimin Önceliği
Erdoğan Özmen

Freud, insanın maruz kaldığı üç temel narsisistik yaralanmadan, insanlığın benlik-sevgisine yönelmiş üç temel sarsıntıdan söz eder. İlki kozmolojiktir ve yeryüzünün, insanın yurdunun evrenin merkezi olmadığını ilan eden Kopernikçi devrimdir. Diğeri, biyoloji kaynaklıdır ve insanın hayvanlar aleminden tümüyle farklı ya da onlardan üstün olmadığını, dahası diğer hayvanlarla paylaştığı ortak kökenlere sahip olduğunu ileri süren Darwinci kopuştur. Ve nihayet son darbe, insanda ego ve bilinçliliğe merkezi, indirgenemez ve sabit bir konum atfeden geleneksel psikoloji anlayışını, insanın kendini kavrama ve temsil etmesinin yürürlükteki biçimlerini alt üst eden psikanalizin temel keşfiyle (bilinçdışının keşfiyle) ilişkili olan darbedir: Nitekim, “Ego kendi evinin (bile) efendisi değildir” denecek, ve, “Hiç şüphe yoktur ki, bu yüzden ego psikanalize hiç de iyi gözle bakmayacak ve ona inanmayı inatla reddedecektir” diye eklenecektir. [1] İnsan-merkezli bakışı yıkıma uğratan, insanı merkezsizleştiren, onu -deyim yerindeyse- merkezkaç kuvvetler karşısında savunmasız bırakan, söz konusu narsisistik yanılsamayı parçalayan; ve bunun kabulünü, insanlığın kendi için bambaşka bir hikaye yazacak, kendine yepyeni bir tarih yaratacak olmasının ön koşulu sayan dördüncü bükülmeyi de not etmeliyiz buraya demek ki, Marx’ın buluşunu. Althusser’in yorumuyla söylersek; “Tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir, bir motoru vardır ve o motor sınıf mücadelesidir.” İnsanın kendi tarih-öncesini sonlandırarak nihayet kendi hikayesini yazacak olması, -paradoksal bir biçimde demek ki- ancak aynı narsisistik hak/yetki vehminden uzaklaşması ve kendini kolektif bir çabanın içinde var ve temsil etmeyi arzulaması ölçüsündedir. 

***

Lacan’a göre, psikanalizin keşfinin devrimci niteliğinden, -o bilinen ifadeyle- epistemolojik bir kopuşa yol açan tarihsel girişiminden söz edilecekse eğer, onun yerleştirileceği yerdir burası. İnsan öznenin ortaya çıkması, kurulması ancak bir merkezden yoksun olarak, bir merkezi yadsıyarak, bir merkezin yokluğuna tahammül ederek gerçekleşebilir demektir bu. Bir merkez varsa bile, çoktan kendinin dışında, Öteki ile ilişkinin mahallinde oluşmuş bir merkezdir bu. İnsanın ilişkisel bir varlık olarak, özneler-arası ilişki matrisinin ürünü olarak ortaya çıkması bu anlamdadır. İnsan özne bölünmüş bir öznedir, daima kendi dışındadır, ve saydam/anlaşılır olmayan ve kuşatılamaz Ötekine zorunlu olarak bağlı/ilişiktir.

Bu yüzden öznenin her türlü nesne ilişkisi (kendi eşdeğerim, eşitim olanlarla ilişkim), üçüncü bir konum, Ötekinin yeri tarafından daima üçgenli hale getirilir. Oedipus karmaşasında söz konusu olan tam da bu özne, nesne ve Öteki üçgenidir. Demek Oedipus karmaşasıyla içerilmeye ve kat edilmeye çalışılan şey, çocuğun ebeveynlerle ambivalan (iki-değerli) ve dolayısıyla gerilimli ilişkisinin yanısıra, imgesel ikili ilişki düzeninden çıkarak simgesel üçlü ilişki düzenine geçiş meselesinin imkan ve araçları, yolu yordamıdır.

***

İnsanın kimliği sözeldir ve bu anlamda her insan varlığı bir hikâyedir ve/ya da kendini anlatısal bir gerçeklik içinde gerçekleştirir ve var eder. En özet ve saf haliyle, kayıp/yas ve travma eksenleri/temaları boyunca gelişen bir hikayedir bu. Oedipus karmaşası, temel kurucu unsuru kastrasyon olan ve ensest tabusunu yerli yerine yerleştiren bir yapıdır.

Daha önce söz etmiştik: Bebeğin arzusu annenin her şeyi olmak, onun tüm ilgi ve sevgisini kendinde toplamak, annenin arzusunun tüm hareket alanını arşınlamak, kapsamaktır. Bebeğin bu çabası, -gelişmekte olan bilişsel yetilerinin de yardımıyla- annenin arzusunun üçüncü bir konuma yöneldiğini, o konumun çekimine kapıldığını idrak etmesiyle daha da pekişecektir: “Anne benden başka bir şeyi arzuladığında, arzuladığı tam olarak nedir?” Bu muazzam çabanın gerisinde, hem biyolojik çaresizlik ve muhtaçlık, hem annenin arzusunun söz konusu muammasını kavramak ve anlamlandırmaktan aciz oluş (demek bir travma etkisi), ve hem de geçmişte kalmış ve kaybedilmiş bir bütünlüğe/birliğe duyulan özlem vardır. Özne-nesne ilişkisinin tam olarak dolayımsız/doğrudan olduğu, çocuğun hiçbir eksiğinin olmadığı, dolayısıyla belki de mitik olarak adlandırmamız gereken bir geçmiştir bu: En başta, bebeğin bütün ihtiyaçlarının doğrudan karşılandığı ve herhangi bir yoksunluk ya da engellenmenin zaten söz konusu bile olmadığı rahim-içi dönem vardır. Otto Rank’ın teorileştirdiği doğum travmasının ardından, yine bebeğin bütün ihtiyaçlarının karşılandığı, bununla birlikte yoksunluk/engellenmenin artık mümkün hale geldiği ve ama henüz ortaya çıkmadığı ikinci mitik dönem vardır. Hem bebek hem anne için doğumla/doğum travmasıyla birlikte bir vakıa olarak ortaya çıkan ayrılık/ayrılma ihtimali/tehdidi hep menzildedir artık.

Demek doğumla birlikte su yüzüne çıkan ve artık daimi bir tehdit/ihtimal statüsü edinen ayrılığı savuşturmak, bunu aşarak eski birliği/tamlığı restore etmek hem annenin hem de bebeğin temel meşguliyeti olacaktır. Böylece anne ve çocuk, müştereken ve karşılıklı olarak birbirlerini baştan çıkarmaya çalışacakları bir döngüye kapılırlar. Doğumla ortaya çıkan kayba/ayrılığa (bir ayrılık gerçekleşmiş ve önceki mutlak ve eksiksiz birlik kaybedilmiştir) ve dolayısıyla onun yasına, ve temel bir travmatik durum olarak ayrılık tehdidine karşı bir savunma olarak ortaya çıkan bir baştan çıkarma döngüsüdür bu. Tam olarak kendine yeterli ve dışa kapalı iki unsurlu tek bir narsisistik çember. Demek hayata, temel bir ayrılık/travma ve onun yasıyla başlarız. Annenin gizemli temasları, okşamaları, çocuğun erojen bölgelerini uyarması (bu esnada, çocuğun künhüne varamadığı ve anlamakta yetersiz kaldığı annedeki zevk fazlalığı) ve buna eşlik eden oral nitelikli dil (tüm o yemeli, yutmalı, ısırmalı ifade havuzunu düşünelim)… tümü aynı amaca hizmet eder. Çocuğun stratejisi de benzerdir: Deyim yerindeyse bütün numaralarını kullanarak, kılıktan kılığa girerek, baştan çıkarmanın bütün yordamlarına başvurarak ötekinin/annenin arzusunun biricik nesnesi olmaya çalışacaktır. Annenin her istek ve kaprisini emir telakki edecektir. Kendi arzusu anneninkine tam bir tabiyet içinde ortaya çıkacaktır. Ancak eninde sonunda terk edilmesi, aşılması gereken bir ortak-yaşamdır (symbiosis) bu. Dahası sınır, fark ve yasa/k, bireyleşme, ayrılma ve özerkleşme için bir tür hazırlık evresidir. (Demek o simbiyotik/narsisistik birlik hem kaybedilmiş bir geçmişe yönelik bir telafi/hasret, kayıp/ayrılık/yas karşısında bir savunma hem de gelecek için zorunlu bir hazırlık oluşumudur). Diğer türlü çünkü, yetişkin hayatlarımızda da, her türlü sınırın kolayca ihlal edildiği, mesafe ve mahremiyetin tanınmadığı, bütün ilişki ve ayrımların birbirine karıştığı aynı ensestiyöz matrisi yeniden yeniden üretmekten kaçamayız.

***

O simbiyotik/narsisistik birliğin/bütünlüğün kendi içinde herhangi bir ayrım/fark (özne-nesne ayrımı), o ayrımı tesis edecek bir üçüncü konum/unsur olmadığını tekrar vurgulayarak şunları da ekleyelim: Hayata dışsal bir nesneden değil, daha ziyade özne-nesne ayrımının olmadığı haz verici bir deneyimle, kökensel bir tatminle başlarız. Hem öznenin hem de nesnenin eşzamanlı varolduğu, vücut bulduğu bir süreçtir bu. Ve dışsal bir nesne olmaması anlamında ilk özdeşleşme uğrağıdır. Bu evrede kurulan temel güven duygusu ve söz konusu özdeşleşme kaidesi sayesindedir ki, dış dünyada öteki nesneleri aramaya koyuluruz. Nitekim, hayatımızın herhangi bir döneminde bir kayıpla karşı karşıya kaldığımızda, sevdiğimiz birini kaybettiğimiz ya da terk edildiğimizde temel stratejimiz/savunmamız daima özdeşleşerek yanıt vermek, yani özdeşleşmeye ricat etmek (gerilemek) olacaktır. Aynı biçimde, aşık olduğumuzda ötekine sahip olmadığımız şeyi, varlığımızın kalbindeki eksiği hediye olarak sunarız ifadesini de, bir de bu açıdan yorumlayabiliriz demek ki: Aşıkken, kendimizi ötekine bıraktığımız, ötekine açıldığımız, ötekinin tüm ufkumuzu (fantazileri, rüyaları, hayalleri) kapladığı, öteki karşısında kendimizi iyiden iyiye geri çekmiş göründüğümüz o istisnai zamanda bile asıl aradığımız öncelikle kendimizdir. 

***

Çocuğun narsisistik egosu, ayna evresinde yalnızca ayna imgesi, annenin ya da öteki çocukların nesne-bedeni (görsel gestalt) sayesinde değil, aynı zamanda ötekinin/annenin hayranlık ve sevgi dolu bakışı sayesinde oluşur. Çocuk kendi birliğini/bütünlüğünü ötekinin bakışı aracılığıyla deneyimler. Bu anlamda kökensel/çocuksu egonun zihinsel bir nesne olduğundan bile söz edilebilir; ötekinin arzulayan bakışına sunulmuş ve o bakış sayesinde biçimlenen bir nesne. Bu vesileyle, o hayranlık ve sevgi dolu bakışın, temel narsisistik tınısı nedeniyle, tam tersine dönüşebileceği (doğum-sonrası depresyonları da anarak) durumları da not etmiş olalım.

Böylece, imgesel fallusun anlamını merak edeceğimiz çerçeveyi oluşturmuş olduk.


[1] Sigmund Freud, A difficulty in the Path of sycho-analysis, SE XVII, s. 135-44.