Bayan Brown, Ejderhalar, Ütopyalar (II)
Aksu Bora

Akıllı telefonların dünyasında yaşlı hanımlara yer var mı?

Yaşlı hanımlara yer olmayan bir dünya nasıl bir yer olurdu zaten? Bunu o korkunç siberpunk metinlerinde görüyoruz, bitmeyen televizyon anlatılarıyla beyni uyuşmuş, bitkisel bir yaşam formuna dönüşmüş Marsha’da mesela (Kont Sıfır, William Gibson, çeviren Barış Taneri, Altıkırkbeş Yayınları, 2016). Yahut Black Mirror’ın klostrofobik bölümlerinde…

Teknoloji insana hep aynı şeyi yapıyor sanırım: Büyülüyor ama bir yandan da korkutuyor. Marx’ın kapitalist üretim ilişkilerinin insanın kapasitelerini geliştirme gücü karşısında büyülenmesini hatırlayın. Katı olan her şeyin buharlaşmasından duyduğu heyecanı. Ne de olsa buhar makinaları zamanıydı, dünyanın öbür ucuna gidebilecek, rüzgarmış fırtınaymış aldırmayabilecek gemiler yapabiliyorlardı!  

Bir yandan da teknolojik gelişmenin insanlığın sonunu getireceğine ilişkin şiddetli korku varlığını hep sürdürdü- bu korkunun en sık verilen örneği Frankenstein’dır tabii, gerçi ben Mary Shelley’in yazdığının bir korku metni olduğundan hiç emin değilim ama mesela Avatar filmini düşünün ya da biraz daha eskiye gidip Dean Koontz’un Demon Seed’ini yahut David Cronenberg’in o acayip Videodrome’unu… Teknolojinin insanlar tarafından geliştirilip sonra onların ellerinden kaçabilecek bir şey olduğu fikrinin arkasında o eski ikili vardı hep: Özne/nesne ikilisi. İnsan aklının onu özne kıldığı (düşünüyorum, o halde varım!) inancı ama aynı aklın felaketlere de yol açabileceği korkusu. Kabul etmek gerekir ki, yirmi birinci yüzyıl başında yaşayan bizler için bu felaketler çok da muhayyel değil. Canavar mısırlardan tuzdan çoraklaşmış topraklara, nefes alınamayan şehirlerden eriyen buzullara, insan aklının yarattığı felaketlerin içinde yaşıyoruz.

Öznenin o kadar da özne olmayabileceği şüphesi, Freud’dan sonra aldı yürüdü; bizi özne kılan o akıl ve irade bakalım ne kadar “bizim”di? Yapıp ettiklerimize gerçekten biz mi karar veriyorduk? Özne ölmüş müydü yoksa zaten işte bütün o iktidar “etkileri”nden ibaret miydi özne dediğimiz şey? Şöyle göğsünü gere gere “ben” diyemeyen bir özne ne kadar ciddiye alınabilirdi bir yerde?

Yirminci yüzyılda bir matematikçi, Norbert Wiener, mekanik sistemler de dahil olmak üzere bütün sistemlerin birer bilişim sistemi olduklarını söylediğinde, henüz “bilişim devrimi”nden bahsedilmiyordu. Ama “şeyler”le “kişiler” arasındaki temel ayrımda bir gedik açıldı böylece. Bu kez öznenin o kadar da özne olmayabileceği hattından ilerlemiyordu tartışma, nesnenin ne kadar “nesne” olduğuydu mesele edilen. Hadi abartmayalım, bilginin o eski ikilisi, özne/nesne ayrımıydı. Yoksa bir telefonun “akıllı” olmasından nasıl söz edebilirdik ki?

Nesnelerin böyle canlanıp akıllanması aslında insanlık tarihinde ilk kez olmuyordu; Roberto Esposito’nun Persons and Things’te tatlı tatlı hatırlattığı gibi, insanlığın hafıza kayıtları sandığımızdan daha kalıcıydı.(Persons and Things, çev. Zakiya Hanafi, Polity Press 2015) Şimdi artık “sibernetik” dediğimiz bu ortaklık, organik bir sistem olan insan ile diyelim bilgisayarların benzer çalışma prensipleriyle işlediklerine işaret ediyordu- tıpkı kendine has bir hayatı olan bir çömleğin basitçe “araç” olmaması gibi.

Weiner’ın kitabının (Cybernetics, or, Control and Communication in the Animal and the Machine, Sibernetik ya da Hayvanda ve Makinada Denetim ve İletişim) açtığı alan, tıp ve mühendislik gibi birbirinden tamamen ayrı disiplinlerin birlikte çalışabilmesini mümkün kılıyordu: değil mi ki bağışıklık sistemi sibernetiğin modeli olarak kabul edilebilirdi.

Bağışıklık sisteminin temel becerisi, tehlikeli ve yabancı patojenleri fark edip verecekleri hasarı engellemektir. Yani işi, yabancı ile “kendi”yi ayırt etmektir. Ki bunun ne kadar zorlu bir iş olduğunu bilgisayar virüsleriyle uğraşıp duranlar da bilirler, galiba kanser hastaları da: durup dururken acayip şeyler yapmaya başlayan bir takım hücreler… 

Karmaşık organizmaların yapısal ve işlevsel bütünlüğünün sürdürülmesiyle ilgili bir sistem olan bağışıklık sistemi, içerisiyle dışarısını, buralıyla yabancıyı, bizden olanla olmayanı ayırmaya yarar. Kimlik ve farklılık türünden problemlerle yakından ilişkilidir- ille de bireylerden değil, toplumsallıklardan da söz edeceksek. Bunu bir metafor olarak değil de aynı sistemin çalıştığı farklı çapta ve bileşimdeki bütünlükler olarak görebiliriz- yani toplumsal bağışıklık sistemi bir metafor değildir; göçmen yasalarıyla, durup dururken acayip şeyler yapmaya başlayan hücreleri hizaya sokmaya yarayan kolluk gücüyle…

Bağışıklık sisteminin paranoid bir karaktere büründüğü durumlar da tıpkı organizmada olduğu gibi, toplumsallıklar içinde de ortaya çıkabilir- otoimmün sistem hastalıkları hakkında pek az şey biliyoruz, onun toplumsal çapta olanları hakkında belki biraz daha fazla şey bildiğimizi düşünüyoruz: Durup dururken kendi dokularına saldıran antikorlar üreten, delirmiş bir korunma sistemi! “İçimizdeki İrlandalılar”la savaşan türden antikorlar. Ki bu, organizmanın da toplumsallığın da pek hayrına değildir biliyorsunuz…

Böyle delirmiş bağışıklık sistemlerinin yaratabileceği dünya tahayyüllerini en çok sinemadan biliriz; Matrix gibi filmlerden. Gerçekliğin yeniden düzenlendiği, virüslerin, hataların, yoldan çıkmaların ve isyanın olmadığı yeni bir gerçeklik kuran makine/tanrı modelinden (Matrix’teki sanal gerçekliğin tasarımcısının (Mimar’ın) Freud havalı bir adam, Kahin’in ise bir tür Bayan Brown olduğuna dikkatinizi çekmek isterim!). 1990’lar popüler kültürü, teknolojiden korkmakla ondan büyülenmenin hoş bir karışımıdır. Gerçekle kurgunun karışması, insanla androidin, gelecekle geçmişin… 

Şaşırtıcı bir şekilde (belki pek de şaşırtıcı değil), bütün sınırlar şöyle bir elden geçerken, kadınlıkla erkeklik arasındakine neredeyse hiç dokunulmaz bu filmlerde. Kadın kadındır, erkek erkek. Bir bağışıklık sistemi ne kadar delirirse delirsin, saldıracağı dokuların da bir sınırı var belli ki!

Donna Haraway diyordu ki, kadınlarla siborglar benzerler; ikisi de bireysel olanla kolektif olan, maddi ile söylemsel, fiktif ile gerçek arasındaki sınırları bulandırırlar. Hem siborglar hem de kadınlar, bir yandan biyolojik, bir yandan sembolik olarak üretilirler ve toplumsal etkileşim içinde yeniden üretilirler- “benlik”leri etkileşimsel bir üründür. Biliyorsunuz, Haraway’den çok zaman önce, ta 1928’de, Virginia Woolf böyle bir karakter yaratmıştı: Orlando. Cinsiyet sınırlarını bulandırmaktan korkmamıştı o; bunun kadınlar için nasıl bir özgürlük alanı açabileceğini sezmişti belki de.

Akıllı telefonların ve yapay zekanın ve yapay rahmin ve delirmiş bağışıklık sistemlerinin dünyasında yaşlı hanımlara yer var tabii; onlarsız bütün bunlarla nasıl başa çıkabiliriz ki?