Oedipus Karmaşası (XIV): Semptom, Bastırılan Daima Geri Döner
Erdoğan Özmen

Sapa sapa ilerliyoruz madem, uzun bir sapak daha. Ama tüm bu yoldan sapmalar, gereksizmiş gibi görünen dolanmalar konumuza daha etkili yaklaşmanın asıl yoludur belki de.

Psikiyatri/psikolojide üç farklı ve yaygın semptom (belirti) anlayışı mevcuttur. İlki modern psikiyatrinin semptom anlayışıdır. Tıbbın diğer branşlarında olduğu gibi burada da semptom, altta yatan biyolojik/organik bir hastalığın/bozukluğun algılanabilir görüngüsü, dışavurumudur. Herhangi bir anksiyete ya da depresyon semptomu, histerik ya da obsesif semptom, varsanı ya da sanrı, sözgelimi panik bozukluğun, depresyonun, konversiyon bozukluğunun, obsesif-kompulsif bozukluğun, şizofreninin semptomlarıdır. Bu bozukluklar beynin biyolojik/biyokimyasal süreçlerine indirgenebilir olduğu içindir ki söz konusu semptomlar da uygun ilaçlarla ortadan kaldırılması gereken işaretlerdir.

Diğeri bilişsel/davranışçı okulun semptom anlayışıdır. Söz konusu okul, bilindiği üzere Pavlovcu psikolojinin temel varsayımlarını benimser. Öznesini bir nesneye indirger. Buna göre, örneğin obsesif bir hasta bir köpeğe benzer biçimde belirli bir durumda belirli bir biçimde davranır. Davranışları otomatiktir ve verili bir uyaran karşısında öngörülebilir tepkilerle karşılık verir. Her hasta yeniden-programlanabilir bir nesnel değişken statüsüne sahiptir. Bütün verili semptomlar bütün özneler için aynı nesnel anlamı taşır: Öğrenilmiş, yararsız ve yıkıcı düşünce örüntüleridir, ve terk edilmeleri ve daha olumlu olanlarla değiştirilmeleri için hastanın yeni bir eğitim/programlanma sürecinden geçmesi gerekir.

Ve psikanalizin semptom anlayışı. Psikanaliz, semptomu bir yandan özne ile bedeni diğer yandan da özne ile Öteki arasında cereyan eden ikili bir diyalektik ilişki düzleminde konumlandırır. Semptom da diğer tüm konuşma ve davranışlar gibi, terapistin yorumlarıyla yok olması beklenen rahatsız edici ya da acı veren bir davranış örüntüsü olarak işte bu düzlemde ortaya çıkar. Buna göre, semptomun ortadan kalkması için, gerisindeki bilinçdışı (tarihsel/çocuksu) nedenlerin hasta tarafından anlaşılması temel önemdedir. Burada söz konusu olan şey, bir tür arkeolojik dedektiflik olarak adlandırabileceğimiz bir tutumdur. Çünkü, hastanın kendi semptomunun tarihsel nedenlerini anlaması için, o nedenlerin semptomun ardındaki izlerden hareketle terapist/analist tarafından yeniden-inşa edilmesi gerekir. “Semptom başlangıçta bize, her zaman iz olarak kalacak bir iz olarak, analiz epey uzun bir yol kat edene kadar, biz anlamını fark edene kadar anlaşılmamayı sürdürecek bir iz olarak görünür” derken Lacan’ın kast ettiği şeyi de aynı bağlama yerleştirebiliriz. Bu anlamda klasik Freudçu psikanalizin zamanı “present perfect tense”dir: Geçmişte başlayan/kökleri geçmişte olan olayların şimdiki zamanda devam eden bilinçdışı etkileri olduğu varsayımına yaslanır. Hastanın olmuş olan şeyi kabul edip, böylece güncel durumu/koşullarıyla bir uzlaşmaya varması beklenir, teşvik edilir. Öyle denebilirse eğer, tuhaf bir kehanet biçimidir psikanaliz, yüzü geçmişe dönük olan. Bu çerçevede bastırma da (represyon), dürtüsel temsillerin bilinçdışına itilmesi/bilinçdışında kalması ve o temsile ilişkin ve açığa/boşa düşen orijinal duygunun ise kendini görece masum bir temsile iliştirerek bağlamasıdır. Freud’a göre, bu sahte bağlantı nevrotik semptomun çekirdeğidir. Nevrotik bir semptom, bastırılmış olayın bileşeni (duygu) ile bastırmanın faili olan yapının bileşeni (ikame temsil) ve de demek ki, sinsi bir “bastırılanın geri dönüşü” arasındaki bir uzlaşma oluşumudur. Demek nevrotik bir semptom, bilinçten bilinçdışına atılmış/sürülmüş olan olayın bir veçhesinin kendini yeniden ifade etmeye çalışmasıdır ve bu anlamda da aslında bir doyum biçimidir. Semptomun ısrar etmesinin ve yorumlanmasına rağmen kendini feshetmemesinin bir nedeni de budur. Kaldı ki,- Zizek’ten aktararak söylersek-, “yorum her zaman çok geç, gecikerek, yorumlanacak olay kendini tekrar ettiği zaman devreye girer.”

***

İnsanın çaresizliği, aslında çok fazla enerji karşısındaki çaresizliktir. Yaşamın çok fazla gelmesi karşısındaki çaresizlik. En başından itibaren insanın en büyük çabası, acı veren gerilim artışları, “dürtülerin aşırı gücü”, acı deneyimi karşısında savunmalar inşa etmekten ibarettir. Bu savunma daima Öteki’nin imkan ve araçlarıyla dürtüsel uyarıma hakim olma girişimidir. Öteki, dürtümüzü temsil ettiği ölçüde, dürtü/dürtüsel uyarım karşısındaki savunma ve ona hakim olma çabası Öteki karşısındaki bir savunmaya ve ona hakim olma çabasına dönüşür. Öznenin, kendi bedeninden yükselen uyarım ve enerji fazlalığı (daima baskı altında kalarak yaşarız çünkü) karşısında geliştirdiği birincil savunma sözel ile sözel-öncesi (preverbal) arasındaki sınırda ikamet eder. Bu savunma, demek ki ötekine bir hitap, çağrı, başvuru biçimidir ve öznenin yapısını tayin eder. Çünkü öznenin dilin/kültürün alanına nasıl gireceği ve nasıl dilin öznesi haline geleceği bu birincil savunma mekanizmasının yapısına bağlıdır. Bedensel olarak deneyimlediğimiz şeyin, dürtünün bedensel parçasına ait olan içsel gerilimin simgeselleşmesi de öteki aracılığıyladır. Hem somut anlamındaki öteki (anne) hem de dil/kültür anlamındaki Öteki. Nitekim bir olay ilk kez ortaya çıktığında simgeselleştirilmemiş belli bir Gerçek parçasının müdahalesi olarak, bir travma olarak yaşanıp, ancak daha sonraki (ikinci) bir zamanda ve yinelendiğinde simgesel düzen içinde gerçekleşmez mi? İkincil savunma sözel alandadır ve semptom oluşumu buna bağlıdır. Klinik pratiğin alanındaki -dolayısıyla tanınabilir ve teşhis edilebilir- bütün savunma mekanizmaları (bastırma, reaksiyon formasyon, bölme, yansıtma, izolasyon, inkar vb.) ikincil savunmadır.

Çeşitli nedenlerle (Ötekinin yanıtının ve mevcudiyetinin eksikliği ya da içsel ve dışsal uyarımların uygunsuz biçimde fazlalığı gibi) söz-öncesi düzeyden sözel düzeye geçmeyi başaramayan, demek simgesel bir işlenme faaliyeti/sürecinin sonunda söze tercüme edilemeyen ve böylece dil-dışı düzeyde saplanmış olarak kalan (yani birincil bastırmayla kurulan) ruhsal içerik bilinçdışının çekirdeğini oluşturur. Sözcüklerden mahrum olduğu için tam olarak saptanması mümkün olmayan bir çekirdektir bu ve de bu yüzden, onunla ilişkili psikopatolojinin tanınması oldukça güçtür. İkincil bastırma, daha sonraki bilinçli sözel materyal üzerinde bir çekme/baskı uygulamayı sürdüren bu zemin/çekirdek üzerinde oluşur. Dolayısıyla ikincil bastırma, çoktan söze tercüme edilmiş, kendi gösterenleriyle buluşması gerçekleşmiş, demek simgesel ağ içinde yerini bulmuş ve haz ilkesine göre düzenlenmiş ruhsal malzemeye yöneliktir. Çünkü söz konusu malzeme, daha sonra (yine yukarıda andığımız nedenler yüzünden) haz verici olmaktan çıkıp acı veren bir olaya/deneyime dönüşen ruhsal. İkincil bastırmayı tetikleyen işte bu esnada ortaya çıkan sinyal anksiyetedir. Çünkü anksiyete öncelikle bir tehlike/tehdit beklentisiyle ilişkilidir ve bilmekten kaçınmanın, bilmek istememenin temelidir. Calvino’yu analım yine: “..bilinmeyen ve yabancı yerlerden bize ulaşan bir şeyin varlığında korunmasız, savunmasız kalma duygusu.” Bir fobi oluşturmanın, gerçeklikte fobik bir nesne yaratarak ve ondan uzak durmaya çalışarak anksiyete doğuran asıl tehlikeyi önlemeye çalışmanın ardındaki dinamik budur. Kaygı doğuran şeyi bastırıp fobik bir semptom yaratırız. Böylece belli düşünceler/gösterenler bilincin dışına atılır, unutulmaya terk edilir. Ancak bu düşüncelerin duygusal/duygulanımsal yükü görece daha yüksüz düşüncelere/sözcüklere eklemlenerek/yer değiştirerek bastırılmış olanın geri dönüşünü mümkün kılar. Bilinçdışına itilmiş fikirler/düşünceler/gösterenler bir yolunu bulup (semptomlar, rüyalar, dil sürçmeleri, sakarlıklar yoluyla) geri döner. Bastırılmış olan onlarda, o bilinçdışı oluşumların en dış yüzeyinde neredeyse, çoktan kıpırdıyor, kendini duyuruyordur. Bastırma ve bastırılanın geri dönüşü bir ve aynı şeydir.

Tarihsel/toplumsal alanda da aynı şeyle karşılaşmıyor muyuz? En derine bastırılmışların, yok sayılmış, sözü yasaklanmış ve en dışa itilmişlerin; yoksulların, ezilenlerin, Kürtlerin ve iyi insanların tarihin esnediği her fırsatta “bundan sonra her yerdeyiz” diyerek ayağa kalkmaları, nedir ki başka?

Daha önce, bir tür hikayeciliğin, psikanalizi yeni bir hayat hikayesi oluşturma pratiğine indirgemenin yüzeyselliğinden söz etmiştik. Bunu bir de semptom bağlamında Orhan Koçak’ın parlak ifadesiyle tekrar edelim:

“Semptom, Freud’un verdiği anlamla, bir çelişkiyi… hem açığa çıkaran hem de aynı anda gizleyen bir oluşumdur. Şu halde deşilebilir, analiz edilebilir, yorumlanabilir -ama tahkiye yoluyla kavranması mümkün değildir: kendi tarihsel-zamansal bağlamından koptuğu, öncesini ve sonrasını vermediği için bir semptomdur zaten. İçinde yer aldığı bünyenin hayatından bağımsız görünen bir hayatiyet, bir ısrarlılık kazanmıştır. Ve sonuçta o semptomu tahkiye ederek parçası olduğu bütünü anlamaya yönelen her girişim de yine semptomun içine düşer, o yabancılaşmış işleyişin kolaylaştırıcısı haline gelir.”[1]



[1] Orhan Koçak, Tehlikeli Dönüşler, Metis Yayınları, s. 211.