Belki de Sadece “Buzul Mavi”
Derviş Aydın Akkoç

Bir kez bulaşmışsa insan, zevki kadar hüznünü de kabul etmiştir elbette. Dünyadan, kalabalıklardan, teorilerden hislerden, faturalardan kiralardan, ideolojilerden hafızadan, Freud’dan Orhan Kemal’den aşırıp da adımlarken sokakları; eller ceplerde, ağır aksak görüntüler ve sesler içindeyken sözgelimi, apansız esir düşer bir dizeye ve bir dizenin bütün güzelliğine: “Sen buzul mavi, sen kaç yılın aynalı dolapları.” 

Sımsıkı, kurşun gibi bir dize... Bir bıçakla ikiye ayırır sanki zamanı. Açılır bambaşka bir dünya. Donar her şey. Eğitim donar. Eleştiri donar. Kavramlar donar. Zaman ve tarih askıya alınır. Kıpırtısızlık. Yüce kıpırtısızlık. Ense kökünde karıncalanmalar, kaşıntılar. Bir kamaşma derin soğuk. Bir elektrik akımı bedende, bir damar patladı patlayacaktır da sanki, eşya da mekân da kayıp gider bir anlığına, ve ne olursa o bir anlık zaman diliminde olur zaten. Sızmalar... Bir oluktan sesler, zamanlar, imgeler, imajlar dökülür; insan bu akışa bırakır kendini, hatta kapılır: “Kırılan bardakları elbiselerin ve çocukları / lekesiz gözleriyle ne kadar maviyse o kadar hiç konuşmadıkları / sen buzul sen devamlı sen / yaklaş bana, kimse hiçbir yere dokunmasın.”

Değil mi ilk tecavüz, ilk günah, ilk haksızlıktır dokunmak. Mutlaka dokunmuşlardır; ruha, kalbe, ellere, bakışlara, ama artık, hiç değilse şimdi, keskin bir talep yükselir şiirin diplerinden: kimse hiçbir yere dokunmasın, kimse hiçbir yere dokunmasın... Sen yaklaş sadece, sen devamlı olan, yaklaş ama sen de dokunma, sadece bitir bu kesintileri, bitir bu pis kesilmeleri... Gazeteler dursun. Aşklar dursun. Düşen kentler dursun. Kadınlar erkekler çocuklar ihtiyarlar dursun. Kaç yılın aynalı dolapları bile dursun! Bir tek sen yaklaş. Bir tek sen hareket et. Yaklaş. Daha yaklaş. Ama dokunma. Sakın dokunma... Katedilemez bir mesafe gereklidir iki şey arasında. Düş ve gerçeklik, düşünce ve tutku, arzu ve hedef, fazilet ve kabahat arasında geçilemez bir mesafe. Bir sınır. Görmek ve bakmak için, daima. Ama yaklaş yaklaşabildiğin kadar. Hem ne de olsa bir adın yok. Cismin yok. Görüntün, rengin var sadece. Sen buzul mavi: “bana sessizlik et, düğümle saçlarımı / çözülsün bu kartopları, gece yanan fırınlar, içimin sayıları / akıt kanımı biraz, kimse hiçbir şey söylemesin / kimse artık hiçbir şey söylemesin / bana yalnız et.”

Tıkanmanın, düğümlenmenin korkunç ağrısı; geçilsin geçilmez addedilen eşikler. Boşalsın aksın katılaşmış ne varsa... Ve belli ki bir tek senin kudretin var buna buzul mavi: çözsen çözsen sen çözersin bütün o sımsıkı kartoplarını, yalnızca sen içteki o çehresiz sayıları sıfırlarsın, sen başa döndürebilirsin her şeyi, gürültüleri sen bastırabilirsin sessizliğinle... Şefkatli, katlanılabilir yalnızlık ancak seninkisi, dağılmış saçları sen düğümleyebilirsin, çözen de düğümleyen de sensin... Harlı ateşleri senin esintilerin söndürebilir sadece, ve dahası kanı akıtmak da sana düşer, pıhtılaşmış kanın yolunu açmak sana yakışır, madem öyle sen akıt, sen akıt kanları... Ama “biraz” akıt, biraz... Hepsini bitirme, kalsın...

Mesele böylesi bir gönüllü teslimiyetse elbette kimse hiçbir şeye dokunmasın, kimse hiçbir şey söylemesin. “Artık” söylemesin. Kitaplar sussun. Dualar ayetler sussun. Trenler sirenler yollar anılar da sussun. Şairle şiirin iç içe geçmiş sesi konuşsun: “kim bilir neydi biraz bir yüzü dünyadan çıkardıkları / bir şeyi hiç sevmedikleri, sevince tekrarladıkları / yani bir yaşam gibi yaşattıkları ölümü, korunamadıkları / dökül artık, çözül artık ve akıt bütün kanları / büyüt en büyük şeyi / bize yalnızlık et, birleştir yalnızları / yeni bir kan ol, getir en yeni anlamları”.

Birdenbire, görünmez, beklenmedik bir kıvılcımla “ben”in düzleminden “bizin” düzlemine geçiş, sıçrayış... Kırılgan, tereddütle yoklanan temas noktaları, demek her durumda çemberin genişlemesi söz konusu, genişleyen çemberin ağırlık merkezinde ise her şeyi kendine çeken dev bir uğursuz mıknatıs: “anlamsızlık.” Eldeki bütün anlamlar yıpranmış, eskimiştir, “en yeni anlamlara” gereksinim vardır. Kıpırdamak, eylemek için mi? Belki. Sonuç daha baskındır: Türlü sızılar bu yokluk nedeniyle zonklar. Varoluşun titrek nabzı kavuşulmak istenen anlamların yokluğuyla atar. Kızgınlıklar da buradan doğar. Dünyadan zorla çekilip çıkarılan o yüzler, bir şeyi hiç ama hiç sevmemeler, sevince bıktırasıya tekrarlamalar durumu izaha da yetmez, sürdürmeye de... Ve farkına varılır ki, birazı değil, hepsi akmalıdır kanın: “akıt bütün kanları...” Ancak bütün kanlar akınca, son damla da tükenince gelecektir belki o “en büyük şey”, parçalanmışlık da o vakit nihayete erecek, yalnızlar o sırada birleşeceklerdir, “ben” de “biz” de vücut bulacak, tamlık makamına varacaktır... Ama daha değil...

Delik deşik “ben”in yer kapladığı “burada” yakıcı anlamsızlıklar, rutinin boğuculuğu, sahtelikler hâkimdir, yeni anlamlar “bura”nın dışındaki herhangi bir yerdedir; onları getirecek olan fail de yine ve sadece buzul mavidir... Yaradılıştan herkeste bir parça mevcut olan, ama korkulan, uzak ve yabancı düşülen o buzul mavi, saklı bir cevherdir sanki. Adların ve bilinen anlamların ve değerlerin ötesinde saklıdır, gelmek üzeredir belki, ama bilincin alanında değildir henüz, bir dürtü gibi diplerde, bir genişleme, akma, boşalma, yeniden doğma arzusu gibi bedendedir, ama şimdilik yoktur ve tam da bu yokluktan ötürüdür onca kaygı ve ürperti... İtiraf: “bomboşuz, korkuyoruz da... bunu anlatmak için şehirde bayram vardı / öyküler vardı dergilerde, beyaz fareler, can sıkıntıları / bir gün ki şehir yandı, şimdi hiçbir şey anlatılmasın / artık hiçbir şey anlatılmasın / denilsin, soğumuş ceylanların ateşten dilleri kaldı / sen kaldın, bir de sen ey buzul mavi / bizi bul, bizi yarat, bize güzellik et şimdi / bomboşuz, korkuyoruz da / ve kemikleri bunlar gökyüzünün / altında öyle tedirgin ilk çocukları ölümün.”

Korkulara ve boşluklara tampon yapmak üzere düzenlenen şehirlerdeki bayramlar, bitmek bilmeyen can sıkıntıları, dergiler, öyküler, beyaz fareler... Şehrin sınırları dahilinde yapılıp edilenler... Ama yine de bir türlü yatıştırılamayan korkular, dolgu tutmayan çürük diş misali ruhtaki o boşluklar... Neyse ki, ne var ne yoksa “bir gün ki” şehrin yangınında kül olur; söylenecek de anlatılacak da bir şey kalmaz. Sessizlik. Dünya bir yangın yerinden geriye kalan toz toprak, sakin uçuşan küllerdir. Bu yangından sağ çıkan iki şey: “soğumuş ceylanların ateşten dilleri” ve “bir de sen ey buzul mavi.” Ateş ve mavinin buzulu (soğuğu) arasında kurulan iki karşıt kutup ve bu kutuplar arasındaki yaratıcı gerilim, duruyor ve işliyordur, hâlâ. Soğumuş bir cesetteki son sıcak organ olarak ateşten dil –günah ve suç işlemeden konuşacak, sadece kendisini temsil edecek dil– ya da “bizi” bulup da güzellik edecek, boşluğu dolduracak buzul mavi... Ateşten dil ve buzul mavinin tahripkâr geriliminde tarifsiz bir umut, bir ışık, belirsiz bir amaç, kırılarak da olsa hayata atılan bir bakış... Gökyüzünün kemiklerine, ölümün ilk çocuklarına rağmen... Bir ısrar...

***

Ustaların ustası Edip Cansever doksan yaşında...