İskender Savaşır'ın Kelimeleri
Tanıl Bora

17 Haziran’da İskender Savaşır’ın ölümünü bildiren haberler, onu yayıncı, şair, psikoterapist sıfatlarıyla anıyordu. Bir dostu, klinik psikolog Yavuz Erten, onun aslında çok daha fazla yazabilecekken, üretiminin daha çok “insan yetiştirme ve şifâhî kültürle şekillendiğini” söylemiş (Cumhuriyet, 18 Haziran 2018). 

Şifâhî kültür… İster istemez, –yolu Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nde onunla kesişmiş olan–, 12 Temmuz 2007’de kaybettiğimiz Ulus Baker’i getiriyor hatıra.[1] Onun, sohbetin kendisi gibi sohbet kelimesini de çok sevdiğini hatıra getiriyor. İskender Savaşır, Zeynep Sayın’la bir söyleşisinde, Ekşi Sözlük’ün “cıvık olmayanını” aradığını, onu kurmayı özlediğini söylemiş; bu, “komün yaratma”nın “yani”si oluyor.[2] Açık sözlü, açık zihinli, ferah gönüllü düşünce alışverişi, varoluşsal bir ilke, ülküsel bir hedeftir burada; ciddi sohbet ortamı, politik bir değerdir.

***

İskender Savaşır, düşüncenin değerini şöyle anlatıyor bir yerde: “Düşünme imkânına kavuşan kişi, kendi özüyle buluşmuş, kendisine yabancı her şeyi dışlayan, kendi hareketi dışında hiçbir şey tarafından belirlenmeyen bir sürece koyulmuş olur.” [3] Özerklik vurgusu ve ülküsüyle beraber, “düşünme imkânına kavuşma” tanımındaki tarihsel materyalist –başka ne diyeceğiz– itina da önemli.

Bu cümleyi, İskender Savaşır’ın Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi kitabından aktardım. Evet, yazabileceğine nazaran az yazdı. Kendisi, Zeynep Sayın’la söyleşisinde, Defter dergisinin kapanmasından sonra yazıdan uzak durduğunu, çünkü yazmayı ancak kolektif bir çabanın parçası olduğu zaman anlamlı gördüğünü söylemiş. (Sohbetsiz, olmaz!) Ama yine de İskender Savaşır’dan kalan yazılı eser az değildir. Sadece Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi, yeter; çini kâse güzelliğinde bir küçük kitaptır.

Yavuz Erten’in Savaşır’ı anarken belirttiği “Rönesans insanı” karakterini ortaya koyan bir kitaptır, bu. Bilimler ve sanatlar arasında mekik dokur, envai çeşit ilgiyi birleştirir. Kelimelerin ‘bir’ anayurdu olarak da çocukluk yaşantısını hatırlayışı/hatırlatışı (s. 85), onun özel psikanaliz ilgisini duyurur, ancak bu çalışmanın odağında elbette etimoloji vardır. Kutsal kitaplardan ve Türkoloji literatüründen ilgiyle istifade eder.[4] Kelimeleri hem Heidegger’in usulünce (s.73) tevil eder (başlangıçlarına götürür), hem değişimlerinin izin sürer. (İş mekânını tanımlayan daire-büro-ofis terimlerinin serencâmına dair dikkatleri mesela, nefis…)

Bu kitabın iliği, kelime sevgisidir. Her kelimenin “bir yolcu, anayurdundan sürülmüş bir gezgin” olduğunu, “uğradığı her konuma aslında tecavüz ettiğini” söyler (s. 10). Üzerine eğildiği kelimelerin yanına yöresine, beraber oluşturdukları anlam öbeklerine bakar, kelimelerin “çevresinde fısıldaşanlara” kulak kabartır. Kelimelerin hep eksik kalması ve hep fazlalık hâsıl etmeleri (s. 7) ona büyüleyici görünür. Defter’deki bir yazısında işaret ettiği bir başka problemle birlikte düşünelim mi bunu? “Öznesinin dile yetmemesi, onu taşıyacak güce sahip olmaması…”[5] 

***


Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi, sesli düşünerek ve diyalogla ilerler. Şu var – ama şu da yok mu? Şöyle de düşünemez miyiz? “Cıvık olmayan” bir sohbet havasındadır. 

Kitaptaki ilk yazı, şu sözlerle bitiyor: “Bu kitabın ilk yazısı. Birbirimize yabancıyız. Selamlar…” Selamın, yabancıya verildiğini anlatıyordu öncesinde: “Yabancılıksa her zaman bir yenilik demektir”. Hem tekinsiz hem kutsaldır; hem korku hem umut kaynağı (s. 8). Sen-ben-o etimolojisine dair yazdıkları da, selamın hukukunu yoklamayı sürdürür aslında. “Sen”, seslenmenin, çağırmanın ve çağırılmanın ifadesidir. İnsanın ancak topluluk içinde insan oluşunu hatırlatır bize. “Sen’in ben’den farkının kavranması ve çağrının sürekliliğinin korunması” önemlidir: “Çağrı gelsin de, nereden gelirse gelsin.” (s. 27)[6] 

İskender Savaşır’ın bu kitaptaki bir yazısının başlığı: “Siyaset dille yapılır” (s. 52). Onun yazdıklarından, söylediklerinden, yaptıklarından, yapmamayı seçtiklerinden anlıyoruz ki, bununla sadece ‘büyük’ hitabeti, metinleri ve kamu âleme hitap eden sözü kastetmiyor. Konuşmanın karşılıklılığına özenen, yüz yüze, şifâhî ilişkiyi de kastediyor, bu ilişkilerin örülmesine, siyasî bir anlam atfediyor. 

***

Kelimeleri kullananların tayin edici olduğunu söylüyordu İskender Savaşır. Sohbete, şifâhî’ye, temasa, ilişkiye yüklediği anlam ve politikayı onlarla kaim düşünmesi de bundan değil mi? Kelimelerin anayurdu, aynı zamanda insanlar, arkadaşlıklar, beşerî münasebetler, sosyal ağlardır. Ama, “yine de”, diyerek hatırlatıyordu: “Kullananlar ölür, kelimeler kalır” (s. 11). “Şu fani dünyada, hayatımızdan bazı izler barındırabilecek şeyler içinde en kalıcı olanıdır dil.” Şimdi, İskender Savaşır’ı hiç tanımayan, onla temas etmemiş olanlar için bile, öyle oldu – kelimeleri kaldı.


([1] http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/1045/ulus-her-neredeysen#.WzXZodIzY2w

[2] (https://www.pressreader.com/turkey/arredamento-mimarlik/20180601/281505046901403) Bu söyleşiye dikkatimi çektiği için Emrah Özen’e teşekkür ederim.

[3] İskender Savaşır: Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi. Metis Yayınları, İstanbul 2000, s. 65. Bu kitaptan metin içinde yapacağım alıntıların sayfalarını parantez içinde belirteceğim.

[4] Etnik bakımdan Türk olmayan yazarların (Yaşar Kemal, Bilge Karasu) Türkçe edebiyat için özel kıymeti olan eserler verdiğini hatırlatırken düştüğü notu aktarayım: “Kürt yazarların Türkçe yazmayı ulusal onurdan verilen bir tavizle özdeşleştirmeleri karşısında endişeye kapılmamak mümkün değil. Üstelik, Türkçe’nin Türkler’e terk edilemeyecek kadar kıymetli bir emanet olduğunu düşünüyorum.” (s. 14)  Bir de, “bozmak” kökündeki “boz”la renk anlamındaki ( o da zaten “bozulmuş bir renk”!) boz arasındaki alâkayı kurcalarken sorduğu soru: “Bozkurtlar, ‘bölünmüş, bozulmuş’ kurtlar mı?” (s. 110)

 
[5] İskender Savaşır: “Güller”, Defter, sayı 19 (Kış 1992), s. 22.

[6] Anlama-yorumlama farkı hakkında yazdıklarını da, –sosyal teorideki yorumlamacılık-anlamacılık tartışmasının berisinde–, sohbet ve müştereklik ilkesine duyulan bağlılığa yorabilir miyiz – daha doğrusu, öyle anlayabilir miyiz bunu? Anlamanın yorumlamaktan farklı olarak anlaşma ihtimalini dışlamadığını, yani mesafeyi bir karşılıklılık ilişkisine izin vermeyecek kadar açmadığını belirtir (s. 72).