"Kitapsız" bir Distopya
Barış Özkul

Fahrenheit 451, kitap kâğıdının yanıp tutuştuğu ısı derecesi. Ray Bradbury, 1950’de yazdığı distopyaya isim seçerken bir itfaiyeciye telefon açıp bu bilgiyi istemiş. Kitabın sonsözünde UCLA kütüphanesine kapanıp metni sekiz-on günde daktilo ettiğini; zihnindeki şeyleri üzerlerinde fazla düşünmeden doğal bir esinle kâğıda döktüğünü söylüyor. Her edebiyatçı anısı gibi buna da temkinli yaklaşmak lazım:  Aldous Huxley’nin Ape and Essence’ından etkilenmiş, ona öykünmüş olabilir Bradbury. Ama Huxley’de olmayan birtakım öngörüleri var; içinde bulunduğumuz zamanın “okur profilini”, “okuma alışkanlıkları”nı ta 1950’lerde şaşırtıcı bir doğrulukla tahmin edebilmiş.

Fahrenheit 451’in dünyasında itfaiyecilerin görevi yangın söndürmek değil yangın çıkartmak: Su yerine kerosen fışkırtan hortumlarıyla kitap yakıyorlar. Kitap bulundurmak ve kitaplar üzerine konuşmak yasak. “Entelektüel” kelimesi ağır bir küfür. Her insan öbürünün sureti; herkes “mutlu” çünkü herkes birörnek. İç huzurunu korumanın yolu kitap okumamaktan geçiyor. Nüfus ikiye-üçe-dörde katlandıkça filmler, dergiler, kitaplar önce diş macunu ebadına iniyor, sonra büsbütün lüzumsuzlaşıyor. Bu kafasız insanlığın çıkmazı kitap yakmakla görevli itfaiyeci Montag’ın kitaplarla tanıştıktan sonraki dönüşümü ışığında sergileniyor. Bir zamanlar sadece kitap yakmayı bilen Montag, kitaplarla ısınmayı öğreniyor - tabii kitaplardan bir dünya kuracağı için yalnızlaşmayı, Ikarus gibi yanmayı göze alarak. 

20. yüzyılın totaliter rejimlerinde sakıncalı bulunan kitaplar yakılmış, hepsi birbirine benzeyen, aynı kelimelerle konuşan, aynı orta zekâ bandında varolan kitlelerin yaratılması amaçlanmıştır; yani Bradbury “kitap yakma” temasını işlemekle yeni bir şey yapmış olmuyor; “yaratıcılığını yitirmiş insanlık” teması da Orwell’den Huxley’e ibadullah tekrarlanmış; özellikle Orwell bu tema etrafında sıkıcı politik ahkâmlar kesmiştir. Bradbury ise apolitik bir yazar olmasının avantajıyla, politik ahkâmlar kesmekten kaçınır - “Gruplara ait olmaktan hep korkmuşumdur”, “ne cumhuriyetçi ne demokrat, ne komünist ne faşistim”, “olabildiğince kendim olmak istiyorum” tarzı orta yolculuklara inanmaktadır. Ama bir yandan da tam bir “Amerikalı olmak” istemediği için Amerika’daki okur kitlesinin gelecekte erişebileceği “irtifaları” içeriden sezebilmektedir. 

20. yüzyıl kısaltılan kitapların; özet haber veren dergilerin, bulvar gazetelerinin, her şeyi kapanışa, hızlı sona indirgeyen metinlerin yüzyılıdır. Klasikler on beş dakikalık radyo programlarına uyacak şekilde kısaltılıp sonra iki dakikada okunacak kitap eleştirileri için tekrar kısaltılmaktadır. Herkes daha çok resim, daha çok fotoğraf peşindedir. Düşüncenin yerini görüntü ve gösteriş alırken hakikat bir sütuna, iki cümleye, bir manşete sığdırılmıştır. 

Bradbury’nin karakterleri düşünmeye ve konuşmaya vakit bulamadıkları için iletişim “Aşağı, yukarı, içeri, dışarı, Pat, küt, bim, bom, şimdi, orada, burada” gibi ünlemlerle sağlanmaktadır. Felsefe, tarih, İngilizce ve imla dersleri iptal edilip elektrik anahtarı çekmek, somun ve cıvata takmak yüksek bilgiler mertebesine taşınmıştır (Medeniyet-hars kavgasını “hars” kazanırken muasır medeniyetler Türklerin seviyesine erişmiştir - Romanda İHA işlevi gören elektronik böceklerin varlığı da Yeni Türkiye’nin distopik geleceğe bir giriş merhalesi olduğunu düşündürtüyor). 

Bradbury karakterlerinin düşünce alışkanlıkları anlık, güncel ve pasif bir boyuta hapsolduğu için Shakespeare ve Alexander Pope, Jonathan Swift ve Bernard Shaw’ın bahsi edildiğinde hepsinin tüyleri diken diken olur. Klasikler bir “mutsuzluk” sebebi, bir depresyon alametidir. “Mutluluğun” varoluşsal bir amaç haline geldiği yerde, ahmaklık iktidardadır. Bir sürü “araba, giysi ya da yüzme havuzu markası sayan”, kafelerdeki espri makinelerine jeton atan, eğlenmek için Eğlence Parkları’na giden mutlu karakterleri vardır Bradbury’nin. Kahvaltıda gölge, öğle yemeğinde buğu, akşam yemeğinde buhar yiyen nesiller yetişmiştir.

Harold Bloom, Bradbury’nin “ekran çağının (sinema, televizyon, bilgisayar) okumayı sona erdirebileceğini elli yıl önceden görecek kadar öngörü sahibi” olduğunu söyledikten sonra “Shakespeare ile çağdaşlarını okuyamıyorsanız hafızanızı yitirirsiniz” der ve herkesi Shakespeare okumaya, hatta Shakespeare ezberlemeye davet eder.

Bloom, okumanın sona erdiği konusunda büsbütün haksız sayılmaz ama hafızayla ilgili süreç galiba onun dediği gibi işlemiyor. Enformasyon çağı muazzam üretim ve yeniden-üretim olanakları çerçevesinde elli farklı Shakespeare’i aynı anda “piyasaya” sürebiliyor. İsterseniz Ophelia’nın bir rezidans’ın havuzuna atlayarak intihar ettiği; Falstaff’ın Londra publarında youtube videosu çekerek soytarılık ettiği Shakespeare adaptasyonları izleyip şair hakkında fikir edinebiliyor ya da internette, sosyal medyada dolaşan yüzlerce Cemal Süreya, Turgut Uyar, Tomris Uyar menkıbesine muttali olarak “İkinci Yeni”yi tanıyabiliyorsunuz; instagram’dan ressam, twitter’dan nüktedan, facebook’tan militan olabiliyorsunuz. Yani hafızayı kaybetmekten çok onu sürekli olarak bölümleyen ve içini yarım yamalak bilgilerle dolduran bir mekanizma yürürlükte. Aynı mekanizma siyasette Amerika’yı Müslümanların keşfettiği bilgisini de, Kabataş'ta menfur bir olayın meydana geldiği inancını da kabul ettirebiliyor. “Neden”lere değil “nasıl”lara, “gerçekler”e değil “sansasyonlar”a odaklı bu anlık hafıza zamanda geriye giden nedensellik silsileleriyle meşgul olmadığı için, 18. yüzyıldan itibaren (Kant’tan ve Burke’ten başlayarak) birbirlerinin önkoşulu olan düşünce, zevk ve etik arasındaki bağları da kopartıyor. Böyle olunca düşünsel emek, sabır ve disiplin isteyen kitapların yerini “sansasyonel” anlatılar, kanaatler ve ahkamlar alıyor. Buna distopya mı yoksa yeni bir ufuk mu demek gerektiği çok tartışma götürür.