Haysiyet
Tanıl Bora

Bir zamanlar, yirmi-otuz yıl öncesine kadar partilerde-derneklerde “haysiyet divanı” seçilirdi, şimdi “onur kurulu” seçiliyor. “Şeref-ve-haysiyet,” şahsiyet beyanının ve başını dikeltmenin gözde terkibiydi. (Devletten başlayarak: Birinci TBMM, önüne “haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamak” emelini koymuştu. Kudretli İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, demokrasinin emelini “devletin istiklal ve haysiyetini koruyup kurtarmak” diye tanımlamıştı.) Yine şu son yirmi otuz yıla kadar, hor bakılana “haysiyetsiz”, “haysiyetin yok mu senin!” diye çıkışılırdı. Geriye, sadece “şeref” kaldı; şimdi herkes vara yoğa “şerefsiz” diyor. İnfial halinde bir “şeref” meselesi hüküm sürüyor, “haysiyet” diye bir dert yok.

Gaye Boralıoğlu’yla Ümit Kıvanç da buna dikkat çekiyorlar, Haysiyet söyleşilerinde:[1] Haysiyet “bahsinin” kaybına (130). Ümit Kıvanç zaten –orada da anıyorlar (19)– müteveffa medya eleştirisi sitesi medyakronik’teki yazılarını (2001/02) “Haysiyet” başlığı altında yayımlardı, orası kapatılınca aynı adla bir siteyi bir müddet sürdürmüştü. Şimdiki sitesinin adını da haysiyetin mefhum-u muhalifi olarak düşünüyor: Riya tabirleri (http://riyatabirleri.blogspot.com/). O, haysiyet-riya çatışmasını, bir insanlık mizanı olarak görüyor. Gaye Boralıoğlu’nun haysiyet ve riyayla derdini, başka hiçbir şey olmasa bile, son romanından, Dünyadan Aşağı’dan biliyoruz. İkisinin bu konuşması, öncelikle haysiyeti hatırlatmasıyla kıymetli; edebiyattan, sinemadan, felsefeden, tarihten ve deneyimden beslenen zengin bir tartışma olarak, haysiyetin manâsını düşündürmesiyle kıymetli.

***

Haysiyetin “şeref”le iltisakından devam edelim. Gaye Boralıoğlu, kelimenin soyluluk ve şeref imâlarından uzak durma ihtiyacını vurguluyor (6). O da Ümit Kıvanç da, haysiyeti şerefe-gurura veya itibara değil, onura yakın konumlandırıyorlar (79). Yani, insanın başkaları nezdindeki değerine değil, bizzat kendi gözündeki değerine. Aristoteles’ten aktarılan düsturla, “mesele onurlu şeylere sahip olmak değil, o onuru hak ettiğinin bilincinde olmak” (11). 

Konuşmanın gür akan bir kolunu, haysiyeti salt insanın vicdanında, iç sesinde mi[2] aramamız, yoksa haysiyetin toplumsal ‘tanınma’ koşullarını da hesaba katmamız mı gerektiği tartışması oluşturuyor (10-12, 16 vd.). Söyleşinin tamamında olduğu gibi, salih manâsıyla bir tartışma bu, konuşanlar ‘yengi’ değil fikri bereketlendirme peşinde – bu küçük kitabın bir kıymeti de bu adabın örneğini vermesindedir. Varılan noktayı, Ümit Kıvanç haysiyetin “kombine” bir değer olduğunun altını çizerek toparlıyor; başka değerleri de gözetmesi gereken ve öncelikle başkalarının varlığını ve hakkını tanıma hassasiyeti ile kaim bir değer (129). ‘İnsanımızın’ giderek daha nadir mahcup oluyor olması, mahcup olma kabiliyetinin yitimi, başkasını umursamazlık, nobranlık, toplumsal bir haysiyet sorunu, bu bakımdan (27-30). 

Orhan Koçak da, yıllar önce Defter’in haysiyet mefhumu etrafında dönen sayısındaki makalesinde, haysiyetin toplumsal karşılıklılığına işaret etmişti. Özsaygıyı başkalarına saygıyla, özerkliğin yeniden üretimini başkalarının özerkliğini tanımayla kaim gören Kant’tan delil getirerek… 

***

Gaye Boralıoğlu ve Ümit Kıvanç, başta işkence olmak üzere, yas tutma hakkının ihlâli ile, nice onur kırıcı (onur kırmayı hedefleyen) muamele ile, bir haysiyet kırma rejimine dikkat çekiyorlar (61, 72). Nesnel olarak haysiyet kırıcı olmaktan öte, haysiyet kırmanın tekniklerini geliştiren bir rejim. (Yurtta ve cihanda.) 

Son zamanlarda revaç bulan “haysiyet cellatlığı,” “haysiyet linci” gibi kızgın terimler (122), bu rejimin özellikle medya ve sosyal medya vasıtasıyla işleyen mekanizmasını tanımlıyor. Burasını belki, “şeref”in haysiyeti kovmasının bir sahnesi olarak da düşünmeli.

Orhan Koçak’ın andığım makalesinin son cümlelerini aktaracağım; haysiyetin mütemadiyen ve ‘yapısal olarak’ kırılıyor olmasından mütevellit, karamsar cümleler:

 “Bir dokunulmazlık (ve insan haysiyeti) fikrinin ortaya çıkması için dokunulmaz olana çoktan dokunulmuş olması gerekir. Başın dikliğinden çok, bir an yükseltilmesi vardır burada. Tarih, içerik, deneyim – bunlar zorunlu bir haysiyetsizleşmeyse eğer, haysiyet de kendini ancak zorunlu bir soyutluk ve formalizm olarak kurabilir. Hukuk, bu zorunlu soyutluğun bir direnç kazanmasıdır. Kişinin tanıksız kalabilme gücünün yetersizce öngördüğü şeyse ancak herkesin hakkının tanındığı bir dünya olabilir.”

***

Gaye Boralıoğlu’yla Ümit Kıvanç, söyleşiyi bitirirken kendilerini karamsarlığa zorluyorlar, –buna ‘spoiler’ denmez herhalde!–, fakat konuşmanın gidişi içinde, Terry Eagleton tabiriyle “iyimser olmayan umut”tan geri kalmıyorlar. Haysiyet kahramanlarını anarak… Gezi protestolarının, kadınların ezilmeye giderek daha fazla direnmesinin ve özellikle Kürt hareketinin, aynı zamanda bir haysiyet mücadelesi olduğunu söyleyerek (110, 134, 140)… 

Yeni İstanbul havalimanı işçilerinin hak mücadelesinin de aynı zamanda bir haysiyet mücadelesi olduğunu belirtiyor konuşmacılarımız (99 vd.). Burada, Alpkan Birelma’nın tam da işçi hareketinin sınıfsal mücadelesinin haysiyet mücadelesi cephesini canlı tanıklığın heyecanıyla anlatan Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi kitabına selâm gönderelim. Birelma, “sınıflı toplumların alta ittiklerinin ellerinden özenle aldığı özgüven ve haysiyeti geri alma mücadelesi”nden söz eder orada.[4]   

***

Gaye Boralıoğlu, söyleşide kadınların haysiyetini “yeniden kazanmasından” söz ediyor ama “yeniden”de ısrar etmiyor gerçi (134) – Birelma ise kararlılıkla haysiyeti geri almaktan bahsediyor. Haysiyet ‘fıtrî’ veya insanın insan olmakla koşulsuz hak ettiği bir değer mi? Ama kırılabiliyor veya (mahcubiyet kabiliyetinden yoksunluğun ya da onun yitiminin de katkısıyla) yitirilebiliyorsa, haysiyetin geri kazanılmasından, yeniden inşasından söz etmeli değil mi o zaman?[5]   

Her halükârda Gaye Boralıoğlu ile Ümit Kıvanç’ın bu söyleşideki temel davalarının altını çizelim: İnsanın haysiyeti olduğuna, haysiyetli bir varlık olduğu temel kabulüne dayalı bir ortak yaşamı arıyoruz. Haysiyetin teminatı neticede odur (34, 56).

***

Kitabın başında, haysiyet kelimesinin etimolojisine kısaca eğiliniyor: Arapça onur, şeref, soyluluk, kıymet anlamlarına gelen “hays”tan geldiğine değiniliyor (6). Biraz daha kazarsak, birinci (eski) anlamı, “bakış açısı, bakım”dır. “Nerede, nasıl ki, bundan ötürü, göre, dolayı” v.b.’nin masdarı olduğu belirtilir. Aşağı yukarı 20. yüzyılın ortalarına kadar nitelik, özellik, ne’lik/kendilik anlamında da kullanıldığını biliyoruz. “Fikir haysiyeti” deyince mesela, bir fikrin fikir olmanın hakkını vermesinden, o ada layık olmasından söz edilirdi. Daha avam bir örnek verirsek, “haysiyetli çay” (veya haysiyetli rakı!) lâfı da bu kullanım şeklinin nesebindendir. (Tıpta Batı dillerinde kötü huylu ve iyi huylu tümörleri ayırt ederken kullanılan “tumor dignity/tümör haysiyeti” terimi var!)

Ben de Kant’tan ilham delili getireceğim. Kantçılar’ın bir Erkenntnisdignität terimi var: Bilme haysiyeti veya idrak haysiyeti. Nesnel durumu değil, onun anlaşılma biçimini, mantıkî anlaşılma imkânını ve o idrakin özerkliğini anlatan bir terim. Bir nesneyle, bir olguyla kurduğumuz ilişkinin tasavvurumuza kazandırdığı yeni mahiyet kastediliyor, bu ilişkinin özerk mantıkî geçerliliğinin haysiyeti kastediliyor.

Buradan –Kant’ın ilhamını ‘materyalist’ istikamete bükerek– varmak istediğim yer: Bir fiilin, bir eylemin kendi ‘görev tanımına’, kendi özerk ne’liğine yani haysiyetine uygun biçimde yapılmasını da bir haysiyet meselesi olarak düşünmektir. Yani şahsî ve insanî haysiyeti yanında, eylemimizin, yapıp ettiğimizin haysiyetini gözetmek... Belki, insan haysiyetini gözetmenin de serin ama sağlam bir yolu…



[1] Kıraathane Kitapları Kitap Stüdyosu’nun ilk yayını oluyor. İstanbul 2019. Parantez içindeki alıntılar bu kitaptan.

[2] Bir başka tartışma konusu: Haysiyet sahiden insana mı özgüdür, yoksa hayvanlarda da teşhis edilebilir mi? (8, 11).

[3] Orhan Koçak: “İlişmeyelim,” Defter, sayı 40 (Yaz 2000), s. 147-168.
(https://drive.google.com/drive/folders/1-GR8szsVxz0VmeuQj_ppNFIHxg4QnIaE).

[4] Alpkan Birelma: Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi. İletişim Yayınları, İstanbul 2014, s. 24.

[5] Buradan, Fanon ve post-Fanon fikriyatı yeniden düşünmeye de bir kapı açılır.