Faşizm Sadece Antikomünizm midir?
Orhan Koçak

Bu ülkede 1945’ten önce bir faşist akım yok muydu? Fatih Yaşlı’nın Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş başlıklı yeni kitabını (Yordam, 2019) okuyanlar böyle bir izlenime kapılabilirler: faşist akım (yerli adıyla “ülkücülük”) Türkiye “yönetici sınıfının” 1945’ten itibaren yaptığı bir “sınıfsal tercihle” Soğuk Savaş’ta ABD/Batı-blokunun safında yer alarak antikomünizmi iç ve dış politikasının merkezine yerleştirmesinin ürünüdür. Denebilir ki kitabın amacı böyle bir izlenim bırakmak değildir, asıl konu alt başlıkta gösterilmiştir: “Türkiye ve Soğuk Savaş”. Bu itiraza hak verebilirdim, yazar çalışmasının kapsamını mesela şöyle sınırlayıp özgülleştirmiş olsaydı eğer: Soğuk Savaş Döneminde Ülkücü Hareket (ya da “Ülkücülük ve Antikomünizm”). Böylece ülkücülüğün Soğuk Savaştan önce başlayıp o savaş bittikten sonra da süren bir tarihi olduğu en azından hissettirilmiş olurdu. Aynı şekilde, antikomünizm ile ülkücülüğün kısmen iç içe geçmiş de olsa tümüyle özdeş, tümüyle örtüşen “kümeler” olmadığını, ikisinin de birbirinden artan tarafları olduğunu sezerdik. Ama yazar hem yaptığı dönemleştirmeyle hem de dışarda bıraktığı soru ve tartışmalarla bu kapıları peşinen kapatıyor ve böylece yerli faşizmin tek bağlamı Soğuk Savaş ve tek anlamı da antikomünizm olarak beliriyor.

Önce Yaşlı’nın dönemleştirmesine bakalım: “Bu çalışma, bir Türkeş biyografisi değildir, Ülkücü Hareket’in tarihini Türkeş’i merkeze koyarak, Türkeş ve Ülkücü Hareket’i de Soğuk Savaş ve antikomünizm bağlamına yerleştirerek anlatmayı amaçlamaktadır.” Bu sınırlamanın anlamını (yazar açısından faydasını) izleyen cümlelerde buluyoruz: “Bu nedenle, Türkeş’in sadece 1944 Irkçilik-Turancılık davasının sanığı olarak yer aldığı 1940’lı yıllar ve askerlik yaptığı için siyasetten uzak durduğu, dolayısıyla adının hiç duyulmadığı 1950’li yıllar da Soğuk Savaş ve antikomünizm bağlamında ‘Ülkücü Hareket’in tarih öncesi’ olarak çalışmaya dahil edilmiştir.” Yerli faşizmin “tarih-öncesi” olarak sadece 40’lı ve 50’li yıllar alınınca, ondan öncesinin görülmesi, düşünülmesi de en baştan engellenmiş olur. Ülkücülüğün epeyce daha eskiye, Balkan Savaşlarına, Teşkilat-ı Mahsusa’ya, soykırıma kadar giden bir ön-tarihi, bir “mayalanma ve şekillenme dönemi” yok muydu? O dönemden 30’lu yıllara artakalan (ve Yaşlı’nın hiç değinmediği) Ali İhsan Sabis veya Hüsrev Gerede gibi Kurtuluş Savaşı kahramanları, 40’lı yıllarda Türk-Alman dostluğunun geliştirilmesi için faaliyet gösteriyor değiller miydi (bu kişilerden birincisi, 1944 davasında da yargılanmıştır).

Ya sonrası? Soğuk Savaş 1989-91 yıllarında bitti; ama ülkücülük de orada sona erdi mi? Ülkücü hareketin bir “aşırı uç” olmaktan Türk siyasetinin göz bebeğine “evrilmesi” ve kendisi değişmeksizin Türkçü sağın-solun normalini belirlemeye başlaması tam da o tarihten sonra olmamış mıdır? Ne yazık ki yazar yerli faşizmin Soğuk Savaş’tan artakalması ve gittikçe kitleselleşmesi konusunda herhangi bir şey söylemiyor.

Bu son derece keyfi dönemselleştirmenin net sonucu, Türk faşizminin işlev ve anlamının antikomünizme indirgenmesidir – aslında daha derin, daha hissedilmiş veya düşünülmüş bir antikomünizmden de çok, 1950’lerden itibaren ABD’nin SSCB’yi kuşatma politikasına indirgenmesi. Şimdi, bu minvalde bir “faşizm tahlili” sadece Türkiye’ye özgü değil: dünyada, başka bir deyişle Almanya’da da faşizmin yükselişi ve galibiyeti esas olarak bir antikomünist tepki olarak değerlendirilmiştir, 1950’li yıllardan itibaren. Bu tezin sağ ve sol versiyonları var. Ernst Nolte gibi bir faşist apolog, 1917 devrimiyle birlikte işçi hareketi Avrupa’da gerçek bir tehdit haline gelmeseydi eğer, biz de Mussolini ve Hitler’e muhtaç kalmazdık der, önemli sezişler de içeren Faşizmin Üç Yüzü kitabında. Faşizmin “ön-tarihinin” bir öğesi olarak milliyetçilik hakkında düşünmeyi devamlı ertelemiş bir uluslararası sosyalist-komünist hareket de daha dolambaçlı bir yoldan aynı yargıya varıyordu: bizi tepelemek üzere geldiler. Doğru, sizi tepelemek için geldiler, tepelediler, ama nasıl ortaya çıktılar? Bir anda mı belirdiler, 1917’den önce, hatta 1902-05 yıllarından itibaren Avrupa’yı saran proleter hareketlenmelerinden önce hiç mi sinyal vermediler? Tek tetikleyici işçilerin komünizme kayması mıydı?

Nolte’nin yukarda andığım ve aslında çok sakat kitabının büyük meziyeti, faşizm tahlilinin başına Action Français’i almasıdır: 1890’lardan 1940’lı yıllarda Vichy yönetimine, 1950’lerin Poujadizmine ve bugün de Marine Le Pen’in partisine kadar bütün bir tarihsel Fransız sağını sulayıp beslemiş olan fikir akımı. Şüphesiz fikirde kalmıyor, cinayete ve linç edimlerine geçiyorlardı. Action, lideri Charles Maurras’tan ibaret değildi: Fransız aydınlarının epeyce bir kısmını cezbetmişti, büyük üslupçular Maurice Barrès ve Leon Daudet (Değirmenimden Mektuplar yazarı Alphonse’un oğlu) başyazar konumundaydı. Hugo’nun, Balzac’ın ve -belli bir ana kadar- Zola’nın yazdıklarından süzülerek gelen bir antisemitizm (İngiliz iğrentisi ve Alman korkusuyla da karışarak) o hareketin sabit motifini vermekteydi. Ama yalnız bunlar mı? Yarım-Yahudi Marcel Proust ve yarım-sosyalist Georges Sorel de Action ile sık sık iyi geçinmişti. Neydi bu ilk, bu kök faşist hareketin tetikleyicisi, işçi ayaklanması mı, Paris Komünü mü? Hayır, 1890’larda vatan hainliği (çünkü Alman casusluğu) ile suçlanan ve rütbeleri sökülüp Cayenne adasına sürgün edilen Yahudi kökenli Yüzbaşı Dreyfus’ün suçsuz olabileceğine ve olduğuna dair yargı kararıydı. Bir Yahudi’nin aklanması ve böylece askeriyenin “gocunması” başlattı Avrupa’da kök faşizmi. 

Pırıltılı yazarlarıyla Action Français: işte bir karşılaştırmalı edebiyat problemi: Yahya Kemal’den öğrencileri Ahmet Hamdi ve Nurullah Ata’ya, Necip Fazıl’a, Peyami Safa’ya, Nihal Atsız’a ve daha sonra da Cemil Meriç’e kadar bütün bir “Fransız etkisinde Türk edebiyatı”, Maurras’tan, Barrès’ten ne devşirmiş ve onu kendi ortamlarına (demek “ekalliyetler” bahsine) nasıl uyarlamıştır? – Nolte’nin 70’li yıllarda çıkmış kitabı bugün eskimiş görünse de ister istemez şunu gösterir: evet, İtalyan faşizmi, 1917’nin kıvılcımıyla başlayan 1918-19 Torino işçi konseylerinin tehdidine karşı sahneye çıkmıştı; ama Mussolini’nin kendisi Fransa’nın, Action’un çok etkisi altındaydı: dolaysız proleter tehlikesinden önce başlamış bir zihinsel/duygusal “mayalanma” vardı. Ama konuya, ülkücülüğe dönelim.

***

Fatih Yaşlı’nın tarihsel sınırlaması ve seçtiği bağlam, ülkücülüğün daha eski bir milliyetçilikle bağını düşünülmez kılıyor. Baktım, bibliyografyada Tanıl Bora ile Kemal Can’ın ülkücülükle ve Türk sağıyla ilgili kitaplarına yer verilmiş. Bu iki yazar, hepsini aynı torbaya koymamaya çok dikkat ederek, Balkan savaşlarından Cumhuriyet sonrasına Türk sağının çeşitli fraksiyonları arasındaki sınırların bulanıklığını ve geçişliliğini de göstermişlerdir (özellikle Bora’nın Cereyanlar kitabı). Ama Yaşlı, bibliyografyasına aldığı bu metinlerle hiçbir “angajmana”, hiçbir çatışmaya girmiyor. Yalnız bunlar mı? Türk milliyetçiliği ve faşizmi üstüne yine çok düşünmüş ve yazmış bir Demir Küçükaydın’ın analizleri de galiba Yaşlı’nın büsbütün gözünden kaçmış. Yazar, seçtiği ve sınırladığı bir tarihsel bağlam içinde, demek kendi tezi açısından tehlikesiz, çatışmasız, korunaklı görünen bir çerçeve içinde, kendi bildiğini bir kez daha söylüyor, başka türlüsünü bilmemek üzere. Öte yandan kitap tam dört yüz küsur sayfa: bundan biraz daha sağlamını beklemek hakkımız değil mi?   

Oysa o bağlam içinde bile kolayca uyutulamayacak birtakım sorular bastırır. Türk Tarih Tezi ki 50’lerden bugüne milliyetçiliğin hemen her çizgisini beslemişti – Türkiye’nin arasının SSCB ile henüz iyi olduğu 30’lu yılların başında Atatürk’ün gözetiminde geliştirilmedi mi? 70’li yıllara gelirsek, Aleviler emperyalizm için büyük bir tehdit mi oluşturuyorlardı ki Çorum ve Maraş oldu? Sonra o tarihsel bağlamın ötesine, bugüne sarkan, hem de daha güçlenerek, belki ilk kez kitleselleşerek sarkan bir ülkücülük: SSCB çöktüğünde ve bu ülke de dahil dünyada komünizm tekrar bir tasarıya, huzursuz edici de olsa sadece bir “hayalete” indirgendiğinde, bizim yerli faşizmimizin de daha da azmak yerine düşmansız kalıp giderek sönümlenmesi gerekmez miydi?

Bu dört yüz sayfalık kitabın, 60’lı ve 70’li yıllara dair güçlü bir gazetecilik çabası da içeren bu çalışmanın net sonucu, yazar hiçbir şekilde böyle bir şey istememiş da olsa, Türk milliyetçiliğini ve kontrgerillayı konu dışı bırakmak oluyor, aklamak değilse eğer. Yazık.