Sol Popülizm (III) - Veya "Sağ'a Hitap Etmek"
Tanıl Bora

CHP’nin son yerel seçimlerdeki başarısının bir veçhesi, sağdan oy celbiydi. Bu bir yandan sağ partilerle ittifaka bağlıydı, bir yandan, CHP’nin ‘aracısız’ olarak da sağa açılmasına. Bu sağa açılma “stratejisi,” CHP’ye soldan bakanlarca tartışılıyor. Doğrudan doğruya, sol-popülizm veya popülist solculukla ilgili bir tartışma.

***

Kimileri, bu yönelimi bütünüyle abes görüyorlar. Kabaca, şöyle düşünüyorlar: Muhafazakârların çoğunluk olduğu varsayımı doğru değil veya abartılıyor; çoğunluk “Cumhuriyet değerlerine” ve “laisizme” bağlıdır, bu değerlere hitap etmek lâzım ve o bize yeter.[1]  (Bu kendinden ve her şeyden çok emin tutumun sosyalist versiyonu, emekçilere hitap etmenin ‘yeteceğini’ söyler.)

Tabii, bu tutum, çok defa muhafazakâr-dinî olanla temastan ilke olarak da kaçınmak gerektiği fikriyle de birleşiyor.

***

‘Temas korkusu’ ile kendini tecrit etmeyen bir tutuma örnek olarak Murat Sevinç’in eleştirisi, daha derine nüfuz eder. O, sağa hitap etme saikiyle sağ düşünce dünyasının sözcüklerini kullanma rağbetinin, o dünyanın ilkelerini benimsemeye zorlayabileceği uyarısında bulunur. Sağ-muhafazakâr jargona kendini mecbur hissetmenin, burası bence çok önemli: “siyaset yapmanın dönüştürücü etkisini görmezden gelmeye” yol açtığını vurgular. Uyumlanma gayreti, değiştirme-dönüştürme gayretinden hatta hedefinden vazgeçmeye yol açar o zaman. Murat Sevinç’in deyişiyle: “Bir yurttaşa kendi dünyası dışında da dünyalar olduğunu göstermeye çalışmak ile bir yurttaşa kendi dünyasının en matah dünya olduğunu söylemek ve bu yüzden ‘riyakârlığa’ savrulmak arasında, iki ayrı evren var.” (Murat Sevinç - Cumhur ve Millet)

***

Riyakârlık-samimiyet bahsinde, Orhan Koçak’ın enternasyonalizm-kozmopolitizm-yerlilik polemiğinde yazdıklarını da hatırlayalım. O, “halkın duyarlılığını” gözetmek için dinî terminolojiyi kullanırken, sürekli google’a başvurur duruma düşme gülünçlüğüne karşı uyarıyordu. Bellediğiniz iki lâf, üç anekdot, bağlamı ve mücavir kavramları bilmediğinizde, yetmeyebilir... o lâfların, o bağlamın peşinde tıknefes kalabilirsiniz – daha kötüsü, kaptırıp gitmektir… Troçki’ye atıfla, dili “kurnaz bir oyun” gibi kullanmaya kalkan bir taklitçilikle ‘halka gidilemeyeceğini’ hatırlatıyordu Koçak (Orhan Koçak-Sungur Savran'a Bir Cevap).

***

Bir parantez açalım. İktidarın İslâmcı-muhafazakâr ‘kısmına’ kitlenerek, dinî referanslarda paçayı kaptırma riskine karşı gösterilen büyük tedirginlik, milliyetçi referanslarda pek o kadar hissedilmiyor. Burada bir sorun yok mu? Birincisi, iktidarın ‘büyük kitlesini,’ –veya milliyetçi-muhafazakâr entelijensiyanın ananevi tabiriyle “esas kütle”– milliyetçi-muhafazakâr ortak paydasıyla tanımlamanın daha doğru olabileceğini gözden kaçırmakla ilgili bir sorun. İkincisi, solun ‘esas kütlesinin’ şu veya bu çeşit milliyetçilikle başı hoş olmasıyla ilgili bir sorun. Bu zaten eskiii bir mesele; belki solda popülist uğrak tartışması vesilesiyle yeniden döneriz.

***

Herhalde muhafazakâr-dindar olmayan cenahta en fazla Ekrem İmamoğlu’nun meşhur ettiği kul hakkı kavramı üzerinden devam edelim tartışmaya. Birçok başkalarıyla beraber bu ‘lâfa’ takılan Enver Aysever, aynı yazısında Kılıçdaroğlu’na “şu ‘kul hakkı’ cümlesini kurmasın artık” diye seslenir: “Biz 1923’te yurttaş olduk. Padişahın kulu olur!” 

Sağdan bakınca, bu sözde seküler-cumhuriyetçi-Batıcı vs. aydın yabancılaşmasının tipik numunesini görebilirsiniz. Zira bu kavramın yerleştiği düşünce dünyasındaki o kul, Allah’ın kuludur; Allah’tan başkasına kul olmaması istenen kul. Tabii, kavramı kullanmayı reddetmekle beraber bunu bilmeyi reddetmek de bir tercihtir. ‘Çoğunluk zaten aslında bizden’ ya da ‘ben onlarla zaten konuşmam’ ya da ‘ben o dili konuşmam’ tavrıyla uyumlu bir tercih. O zaman, bu kavrama bir anlam atfedenlerin sadece gıyabında konuşmayı seçmiş olursunuz. Neden ki? Konuşma illa da karşındakinin anlam dünyasından olmaz, değişim diyorsun ya!

İslâmî dilde kul hakkı, insanların Allah’a karşı yükümlülüklerinden gayrı (kısmen onla da birleşen), birbirlerine karşı hak ve yükümlülüklerini anlatır. Kabaca, kişilik hakları… İslâmın yerleşik-kurumsal yorumunu sorgulayan bazı ilâhiyatçılar, mesela meşhur bir timsali olarak İhsan Eliaçık, bu kavramı sorgulamalarının merkezine koyar. Kur’an’da zulmün en büyük günah sayılmasından, zulmün de esasen “kul hakkı yemek” demek olmasından (hatta Allah’a karşı işlenen suçların bile affedilip kul hakkı yemenin affedilmeyeceği hükmünden) hareketle, kul hakkını savunmanın, yani her türlü zulme karşı çıkmanın, İslâmın temel davası olduğunu savunur (İhsan Eliaçık-Kul Hakkı ile Karşıma Gelme).

“Gerçek İslâm nedir?” çekişmesine girmek abes… Buna mukabil, böyle bir İslâm anlayışının da olduğunu bilmekte, onu hesaba katmakta, onla muhatap olmakta mahsur var mıdır? Hak ve adalet talebine ilişkin, sömürü ve tahakkümle mücadeleye ilişkin sosyalist veya isterseniz seküler bir kavrayışla, kul hakkı kavramını merkeze alan bir İslâm anlayışı arasında bir temas kurmakta, karşılıklı tercüme yapmakta mahsur var mıdır? 

***

Tercüme, hem, İtalyancada iki kelimenin yakınlığına işaret ederek hep söylendiği gibi (traduttore traditore: çevirmenler haindir), çarpıtma riski taşır. Hem de tercümeden vazgeçemeyiz, dünyamız genişler; tercüme her zaman anlama çabasıdır; aynı dili de konuşuyor olsanız, bazen anlamak için tercüme gerekir.

Tercüme teşbihini, hem riski hem imkân ve çabayı vurgulamak için kullanıyorum. Farklı düşünce dünyaları arasında tercüme yapmak, çarpıtmalardan kaçınmak için dikkatli olmayı gerektirir; geriye bir anlam artığının kalacağını, bir ‘şeyin’ tam aktarılamayacağını hep bilirsiniz; meraklı ve istekli iseniz, yine de anlamak, farklı anlamalar arasında bağ kurmak isterseniz, onun için uğraşıyorsunuzdur.

***

Sağa[2] hitap etmenin ‘samimi’ yolu, bence bu tercümeci tutumdur. Dindar olmayanın dindarlık işaretlerine başvurması değil, budur samimi olan. Popülizmse, onun haysiyetlisi. Sadece tanıdığını, saygı duyduğunu ve dikkate aldığını göstermek değil, konuşmaya, anlatmaya çalışmak. (Tabii bunun için anlatacak bir şeyiniz olacak.) “Herkesin idrakine göre söylemek.” Bu, “aynı bağın gülüyüz, aynı şeyi söylüyoruz” oportünizminden uzak durarak, hem müşterekleri arayıp hem farkları kollayarak meram anlamaya ve anlatmaya çalışmayı, -tercüme etmeyi-, gerektirir. Elbette bağ kurulabilecek, dönüştürülebilecek, tercüme edilebilecek kavramları, saikleri arayarak, merak ederek…

***

“Siyaset yapmanın dönüştürücü etkisi” bu gayretle kaim olur. Şunu da unutmamalı: Anlama ve anlatma gayreti, siyaset yapanı da dönüştürür. Yoksa zaten, muhatabını da dönüştürmez.

Sol, bir kimlik hareketi olmadığına göre, onun “Biz”i çoğaltılmaya, genişletilmeye açık bir biz olduğuna göre, bu dönüştürme –ve tekrarlayacağım, tercüme– çabası onun için hava-su gibi olmalı. ‘İknaya açık olanı kazan, ortadakileri yansızlaştır’ düsturlu stratejik akıldan fazlasıdır bu. Bir zûl veya faydacı bir hamle değil, bir ilkedir. Dahası, dünyayı, insanı, toplumu dönüştürme iddiasındaki bir dünya görüşü için, bundan beri durmak, aslında apolitik olmaktır.



[1] Aşağı yukarı bu ‘netlikte’ akıl yürütmeye bir örnek: Enver Aysever “Siyasette pazarlama günleri”, Cumhuriyet, 5 Ağustos 2019.

[2] Bu yazıda sağı-solu yerleşik tasnifi sorgulamadan kullanıyorum; sağda konumlandırılanlar içinde bazı bakımlardan sağcı sayılmayacaklar olabilir, vardır – tabii tersi de… bunlara burada girmiyorum.